13 Ekim 2023 Cuma

Aşkın Küçük Sandal(lar)ı...


AŞKIN KÜÇÜK SANDAL(LAR)I...*

Bu konuyla ilgili yazma önerisi bana geldiğinde ilkin biraz irkildiğimi itiraf etmeliyim. Tam da yeni bir şiire çalışıyordum ve şiirde geçen ''intihar'' sözcüğü üzerinde, bıraksam mı yoksa yerini tutacak başka bir sözcük mü kullansam diye kara kara düşünüyordum. ''İntihar'' bana uzak bir kavram. ''Gerçekleştirilebilecek en özgün yaratı ya da eylem'' olarak bakmadım hiç ama yargılamadım da; anlamaya çalıştım. İntiharı cesaretle ilişkilendirmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Tam burada, ''aslolan, her şeye karşın yaşama cesaretini gösterebilmektir,'' diyebilirim. Ama yok, klişelere sığınmak istemiyorum, dümdüz bakmak istemiyorum; her yaşam ve ölüm kendi içinde bir özgünlüktür çünkü; yaşamı seçmek de, ölümü seçmek de, ''uzun bir intihar''ı seçmek de birey özgürlüğünün kapsamı içindedir ve ayrıca, tüm bireysel edimler gibi, intiharı da, sosyal, psikolojik, tarihsel bağlam ve koordinatlarından ayrı düşünerek, gizemli bir hâleyle kuşatarak anlamak olanaklı değildir.

Müntehir şair Nilgün Marmara`nın Ocak 1985`teki lisans mezuniyet tezi ''Sylvia Plath`ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi''(1) adıyla kitaplaştırıldı. Bu daktilo formatındaki kitabı birkaç gün kadar elime aldım aldım bıraktım. Sanki sevdiğim biri ardında sırlar bırakarak ölmüştü ve ben onun kilitli çekmecelerinin, dolaplarının, parmak izleriyle, mürekkep lekeleriyle dolu gizli defterlerinin önündeydim. Merakla karışık garip bir çekingenlik, hatta biraz mahcubiyet duygusu. Ölüleri yağmalamayı seviyor muyuz diye düşündüm, bu çoktan yağmalanmış ama pürüzsüz bir leke gibi derin mavi gözleriyle bize bakmayı sürdüren ölünün karşısında; ona onun belki de hiç istemeyeceği anlamlar yüklemekten korkarak. İşte bizim de bir Sylvia Plath`ımız olmuştu! Onu otopsi masasına yatırıp lime lime edebilir, parçalarına ayırabilir, her bir parçasını ışığa tutup bakabilir ve bundan garip, sadistçe hazlar alabilirdik. Niye bu kadar çok seviyorduk intihar etmiş şairleri? Ömrünün baharında canına kıyan bir ergenin ardından odasını bir sunağa dönüştüren vicdan azaplı anne babalara mı benziyorduk? Ve yaşarken bağrımıza basmadığımız kadar öldükten sonra basarak? Verilmiş bir kurbanın iç rahatlığıyla, ölümlerini bir kargışlı şölene mi dönüştürüyorduk?

Oysa ben sadece üzülüyordum ve sanırım ''ölüye saygı'' mitiyle çok fazla doluydum.

Sosyolog Emile Durkheim, ''İntihar'' adlı eserinde intihar için ''bireyin din, aile ve toplumla olan bağlarıyla ters orantılıdır'' diyor. Bu konuda kronolojik açıdan yapılmış kapsamlı bir araştırma olup olmadığını bilmiyorum ama intihar toplumsal bağların gevşekleştiği, bireyin yalnızlaştığı ve üretim çarkı içinde bir dişliye dönüştüğü günümüz toplumlarında, yabancılaşmaya koşut bir artış gösteriyor. İlkçağda ya da feodal toplumlarda bu oranın düşük olduğunu, psikolojik nedenli intiharların çok seyrek olabileceğini düşünüyorum. Ya ''onur'' ya da ''aşk'' yüzündendir geçmişte intiharlar. Bu, daha kapsamlı bir yazının konusu olabilir belki ama ben ''intihar'' olgusunun bugünkü boyut ve anlamlarını bireyselliğin bireyciliğe dönüşüp yozlaştı/ğı/rıldığı günümüz koşullarıyla bağlantılandırıyorum. Nietzsche`nin Böyle Buyurdu Zerdüşt`teki ''gün gelecek yıldıracak seni yalnızlığın!'' çığlığını da.

İçim acıyla kıyılırken nasıl tarafsız olabilirim? Nerden başlamalıyım?Ve buluyorum: Daktiloya Çekilmiş Şiirler!(2) (''Daktilo'', bu yazı süresince intiharı çağrıştıran, soluk ve iç burkucu bir imge olup çıktı benim için.) Uzak, garip, sanki bu dünyalı olmayan, olamayan, olamamış bir insanın yazdığı şiirler bunlar. Hep denegeldiği gibi, mükemmel olmayan mükemmel şiirler… Savruk ama bir o kadar da kendinden emin imgeler. Altı kat yükseklikten gözünü kırpmadan atlamış bir insanın kararlılığıyla, bir seferde, ani bir ilhamla yazılıvermiş hissi veren. Bu ''iki adımlık yerküre''nin ''bütün arka bahçelerini'' görmüş birinin müstehzi ve acılı gülüşüyle ve ''boşluk, karanlık, buzul, hiçlik, sessizlik, sonsuzluk'' la dopdolu…

Tarafsız olamayacağımı biliyorum artık. Bundan çoktan vazgeçtim. Bu şiirlerin donuk mavi ışığına bulanmış durumdayım. Çıtır çıtır bir kutup soğuğu yüzümü yalıyor. ''Su ılık burada.'' Neresi orası? ''Bu gizli alanda ne görürüm, böylesine/mavi ve saf, tek başına?'' Merak ediyorum, anlamaya çalışıyorum. Evet, o, kendi yarattığı bir dünyadan, kendi içine kazdığı bir tünelden, içindeki kristalize mağaradan bakıyor ve orada gördüklerini, oradan doğru gördüklerini yazıyor bize. Bu şiirlerde geçen imgelerin yeryüzünde bir karşılığı yok. İnsansız, soğuk bir gezegenden seslenen, hemen her köşesinde, dizelere sinmiş ölüm izleğiyle burun buruna geliverdiğimiz ve ürperdiğimiz şiirler… Anlaşılan o ki, Nilgün Marmara bu dünyayı daha en baştan reddetmişti ve belki de bu apaçık reddin kararlılığı yüzünden cesurdu.

''Bilir miydim yaklaşan karanlığı daha önceleri,

Son verilebilir yaşamın benimki olduğunu?

Şendim, şendim ben,

Kahkaham insanları ürkütürdü!

Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,

Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…

Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,

Kalıvermeliyim öylece kaskatı!''

1987 yılındaki intiharından önce başka intihar girişimleri olmuş muydu Nilgün Marmara`nın bilmiyorum ama Syvia Plath`ın bunu birkaç kez denediğini, tek romanı olan Sırça Fanus (The Bell Jar)` un bu deneyim ekseninde yazılmış uzun bir otobiyografik anlatı olduğunu biliyoruz. Hatta, bu dünyanın onu zehirleyen havasını teneffüs etmeyi reddedip gaz musluğunu sonuna kadar açarak ölmeye yattığı o meşum günde bile, çocuklara bakan kadın gecikmeseydi kurtulabileceğini ve onun da bunu bilerek intihara kalkıştığını düşünenler, buna inananlar var. Bunu bilemeyiz. Kesin olan şu: Sylvia Plath gecikmiş bir davete gider gibi gitti ölüme. ''Uç/Edge'' şiirinde ''Büsbütün olur kadın / Ölü gövdesi / Başarının gülümsemesini kazanmış''; Lady Lazarus`ta ''Bir ölürüm ki adeta hakikaten olurum / Sanki gider gibi bir davete'' diyen bir şairin intiharının bir ''gösteri'' olmadığı, olmayacağı; bilinçli bir seçimin sonucu olduğu kesin. ''Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düştür. Kötü bir düş.'' diyen de o.

İkinci Dünya Savaşı`nın boğucu atmosferinin ve bir aydın olarak insanlıkla ilgili yaşadığı düş kırıklığının etkisiyle kendisi de sonradan ölümü seçen Stefan Zweig, yaşamına yine kendi elleriyle son vermiş olan, ünlü ''şimdi hepten benimsin, ey ölümsüzlük!'' dizelerinin sahibi Alman şair Kleist için: ''Hayatın efendileri olan Goethe gibi güçlerin yanında zaman zaman ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan şiiri yaratan biri hep bulunmalı.'' demiş ve Kleist`in ölümünü ''ölümsüz bir anıt'' olarak nitelendirmiş. Peki, Zweig`la Kleist`in ortak yönleri neydi? Bir ''ruh akrabalığı''ndan söz etmek mümkün mü? Ve hemen aklıma Sergey Yesenin geliyor, ölmeden önce kanıyla, dostu Mayakovski`ye hitaben, ''Ölmek yeni bir şey değil dünyada / Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz.'' diye yazan. Mayakovski bu ölümün ardından ünlü ''Şu yaşamda en kolay iştir ölmek / Asıl güç olan yepyeni bir yaşama başlamak.'' dizelerini yazmış ama Yesenin`den beş yıl sonra o da intiharı seçmiş. Cansız bedeninin yanında bulunan ''Son Mektup''unda ''Derler hani: / Aşkın küçük sandalı / Hayat ırmağının akıntısına kafa tutabilir mi? / Dayanamayıp parçalandı işte sonunda…'' diyerek.

Daha birçokları… Çoğumuzun bildiği isimler bunlar ve tek tek sıralayacak değilim ama bu ölümlerin çoğunda, toplumsal çözülmelerin, çalkantıların; bireyin toplumla bağını koparan, zayıflatan koşulların, farklı zaman dilimlerinde de olsa, varlığını görüyoruz öncelikle. İntihara eğilimli fizyolojik ve psikolojik bir yapı var mıdır, bunun yanıtını uzmanlara bırakalım, ancak, sanatçıların pek çoğunun kırılgan, duyarlı, ince ruhlu, hep kıyılandan yana ve kıyana karşı insanlar olduğu da bir gerçek. Tam bu noktada, Gülten Akın`ın ''Ölümü sevdiği için mi öldürdü kendini / Başkasının ölümünü sevmediği için mi?'' dizeleri düşüyor aklıma.

Şair ve şiir, Baudelaire`in dediği gibi, bulunduğu her yerde haksızlığa karşı olan değil midir? Haksızlığı her zaman canında, kanında duyan, dünyanın öte ucunda yaprak kımıldasa yürek teli titreyen değil midir? Verili olanı, buyurulanı, iktidarın çizdiği sınırları dili keskin bir kılıç gibi kullanarak, kimi kez parçalayarak, kimi kez de ''susarak'' reddeden değil midir?

Kadın şairler için ''ruhsal bozukluk'' yakıştırması daha çok yapılır. Özellikle Virginia Woolf ve Sylvia Plath`ın bu yönleri çok vurgulanır ve bunda gerçeklik payı olmadığı da söylenemez. Her ikisi de yaşamları boyunca, onları ölüme kadar götüren ruhsal sorunlarla boğuşmuşlardır. Yusuf Eradam, internetten kolayca ulaşılabilecek, son derece ilginç saptamalar içeren, Sylvia Plath`la ilgili yazısında ''Batı, kadın yazarların ruhsal sorunları olduğunu yazmayı çok sever ve eleştirmenler, yazın dünyasının haremağaları, hemen düşerler bu basmakalıp tuzağa, çünkü onlar bağnazdırlar ve bayılırlar kadını fallosantrik hücrelere tıkıştırmaya.'' der ve ''Okuyucu ya da eleştirmen, anlamak yerine tanı koymayı sever.'' saptamasında bulunur. Yine aynı yazıdan alıntılarsak; ''kadına bireyselliğini yaşatmayan, insanı insanlığından çıkaran ve `ötekileştirme` üzerine kurulu bir düzenin her ayrıntısına bakma cesaretini gösteren, adı ölüm olan mutlak gerçeklikle şehvetle sevişen'' bir şairdir Sylvia Plath. Bu, kadına soluk aldırmayan düzende hem bir eş, hem de bir birey ve şair olarak var olmaya çalışmış ve kanonize olmayınca da ''cadı tanrıça'' ilan edilmiştir!

Niyetim bu yazıda aslında ''kadın şair'' sorunsalını ele almak değil. Ama `kadın`ın bu erkek ve anamal egemenliğindeki dünyada var olmak adına yaptığı mücadele, erkeğe göre her zaman çifte kavrulmuş cinsinden oluyor; bu da apaçık bir gerçek.

Bu noktada ''İntihar bulaşıcıdır'' sözüyle dile getirilen yaygın inanca değinmek istiyorum. Bunun ilk çıkış noktasının Goethe`nin ''Genç Werther`in Acıları'' olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim. Goethe`nin bu romanını okuduktan sonra özellikle soylu sınıftan birçok gencin intihar ettiği söylenir. Yesenin`in mezarı başında canına kıyan Rus gençlerini de unutmamak gerekir ki akabinde SSCB yönetimi Yesenin`i muteber şair kategorisinden çıkarmıştır. Edebiyat dünyasında bu sözün sıkça dolaşır olmasında Virginia Woolf-Anne Sexton-Sylvia Plath zincirine bizde Nilgün Marmara`nın eklenmiş omasının büyük payı olduğunu düşünüyorum. Yine müntehir şair Metin Akbaş`ın ölümünden kısa bir süre önce Beşir Fuat`la ilgili bir inceleme yazısı yazdığı, Beşir Fuat`ın intiharını araştırdığı bilinir. Ancak, bu ve benzeri örneklerin varlığının bu intiharların bir ''öykünme''den ibaret olduğu çıkarsamasını düz mantığın kolaycılığı ve yüzeyselliği olarak görüyorum ve asla kabul etmiyorum. S. Zweig, Kleist`ın biyografisini yazmasaydı, Nilgün Marmara bitirme tezinin konusu olarak Sylvia Plath`ı seçmeseydi intihar etmeyecek miydi? Keşki bu güzel ve yürekli insanların ölümü tek seçenek olarak görmelerine yol açacak bir dünyada yaşıyor olmasaydık diyorum ben.

Evet, Nilgün Marmara`nın Sylvia Plath`la ilgili tezine gelebilirim artık. Tezin ''Giriş'' bölümünün sonunda kitabın arka kapak yazısı olarak da kullanılmış olan ''Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.'' cümleleri yer alıyor ve bu sözlerden fışkıran hayranlık ve Marmara`nın daha en başta, Plath`ın intiharını bir başarı olarak değerlendirdiğini açık açık dile getirmesi yeterince anlamlı.

Tez akademik bir dille yazılmış doğal olarak ve ben de ilk bölümden itibaren, akademik bir incelemeyi okuyan birinin rahatlık ve mesafe duygusuyla okumaya başlıyorum kitabı. Ama birden ayrımına varıyorum ki, ben, bu kuru ve soğuk gibi görünen cümlelerin altındaki gizli ateşin ve satır aralarındaki küçük, sessiz çığlıkların peşindeyim. Her seferinde, serin kumların arasında ateş gibi yanan bir çakıl taşına aniden dokunmuşçasına irkilmemden anlıyorum bunu. Ama yok, soğukkanlılığımı korumam, bu oyunu sonuna kadar sürdürmem gerek.

Nilgün Marmara ilk bölümde Sylvia Plath`ı, gizdökümcü şiir türünün öncülerinden biri olarak ele alıyor. ''İntiharla Sanatsal Yaratı Arasındaki İlişki; Sylvia Plath Şiirlerini Ve Ölümü Nasıl Yaratır?'' başlığını taşıyan ikinci bölümde, Freud`un bilinen tezini andıktan sonraki ''Ölüm içgüdüsü bu kadar etkiliyse, intihar oranlarının neden bu kadar düşük olduğu sorulabilir. Belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu yaşama olasılığının aranışıdır.'' cümlelerini ve Sylvia Plath`ın ''ölümünü nasıl yarattığı'' konusundaki, ''Kadınların toplumsal bir hastalığın sonucu olan perişanlığının kurbanı olmuştur. Plath`ın narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu, onu ölüme sürüklemiştir.'' saptamalarını anlamlı bulduğumu söylemeliyim. Ayrıca bu bölümde, Plath`ın ölüme yaklaştığı son günlerde yakın çevresinin ilgisizliğini vurgulayan çok ilginç ve yürek burkan ayrıntılar da var.

Üçüncü bölümde ele aldığı konu ''kadınların şiirlerinin ortak yönleri ve Sylvia Plath`ın dizelerinin bu nitelikleri ve kısıtlamaları ne ölçüde barındırdığı''. Genel bir girişten sonra, özellikle Emily Dickinson`la olan ortak yönleri ekseninde yapıyor bunu. Plath ile diğer kadın şairlerde, buna isyan etmeye çalışsalar bile, cinsel bir kutuplaşmaya inanıştan kaynaklanan bir huzursuzluğun varlığından ve Plath`ın başat bir erkek figürünü hep özlemesinin üzücülüğünden söz ediyor ve ''S. De Beauvoir`ın `Erkeğin asıl zaferi, kadının onu kendi kaderi olarak kabullenişidir` sözüyle belirttiği gerçeği aşmaya çalışmaz'' diyerek Plath`da eksikliğini gördüğü yönü itiraf ediyor. Bir bakıma, Sylvia Plath`a yönelik eleştirisi, hatta yazıksamasıdır bu Nilgün Marmara`nın, ben böyle okudum ve bu ayrıntıyı da dikkate değer bulduğumu özellikle belirtmek isterim.

Dördüncü bölüm Plath`ın düzyazılarıyla şiirleri arasındaki temel farklar üzerine. Şairin roman ve öyküdeki görece başarısızlığını ele aldığı bölümde Nilgün Marmara Plath`ın bir öyküsünden söz ederken ''Plath`ın öyküyü aşağıdaki sözcüklerle bitirmesi, bize onun yaratma yeteneksizliğini ve bir sanat eseri kadar kusursuz bir ölüme kavuşma arzusunu anımsatır.'' biçiminde bir cümle kullanmış ki yine son derece anlamlı bulduğum bir ayrıntı bu. Bu bölümde ''Ted Hughes`e göre; `Bir şiir ustasıydı o, şiire gerekli bir uzaklıktan bakarak onunla başa çıkabiliyordu. Ama nesri bir tür idol olarak görüyordu, çünkü doğasındaki, kendi zihinsel işleyişi tarafından yasaklanmış bir tabuydu.`'' gibi, konuyla ilgili önemli ipuçları veren alıntılarla da sık sık Ted Hughes`ın tanıklığına başvurmuş.

Beşinci bölümde Plath`ın bazı şiirlerinden yola çıkarak Plath`daki kişilik bölünmesinin, yabancılaşmanın, ölüme karşı beslediği, erotik denebilecek korkulu hayranlığın izini sürüyor. Şu anlamlı sözlerle bitiyor bu bölüm: ''… son şiirlerinin hepsi de ölmekte hiç de acelesi olmayan birinin uç noktadaki soğukkanlılığı ve kayıtsızlığıyla yazılmışlardır. Sıfırın `kenarıdır` bu, kişinin ayaklara soğuk ve dikkatli bir şekilde bakıp orada yüzü görmesidir; büyük perendenin atıldığı kenardır. Bu kenarda: `Kadın kusursuzlaşır.` ölüm sayesinde, ancak `Ay böyle şeylere alışıktır.`''

Tezin (ya da kitabın) sonuç bölümünde ''Kadınlara ikinci sınıflığı dayatan ve sarınmaları için, ıstırapla dokunmuş bir kumaştan başka bir şey sunmayan bir toplumun kurbanı olan Plath, uzlaşmayı reddeder ve uyumlu sosyal varlıkların çirkinliğine kaçınılmaz bir tepki olarak intiharı seçer.'' diyor ve kitap, Plath`ın intiharıyla Pavese`nin intihar etmeden önceki son günlerinde günlüğüne yazdığı: ''Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım.'' sözleri arasında kurulan koşutlukla sona eriyor.

Satır altlarını çize çize ve ancak benim çözebileceğim kriptolara benzeyen notlar alarak okuduğum kitabı şimdilik bir kenara bırakabilirim. Nilgün Marmara buzlu bir camın ardından, o, `Ege denizinin derin yerleriyle sığ yerleri arasındaki açıklanamaz ve değişik mavilikteki` hüzünlü iri gözleriyle bana bakıyor. Bana öyle geliyor ki, bu dünyada hiç olmadığı kadar huzurlu artık. Tıpkı, aşkın diğer `küçük sandalları` gibi…


*Mayakovski / Son Mektup

(1) Sylvia Plath`ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi / Nilgün Marmara / Everest Yayınları

(2) Daktiloya Çekilmiş Şiirler / Nilgün Marmara / Everest Yayınları

Perihan BAYKAL

(Onaltıkırkbeş Dergisi`nde yayımlanmıştır.)

 

Aşkın Küçük Sandal(lar)ı...

AŞKIN KÜÇÜK SANDAL(LAR)I...* Bu konuyla ilgili yazma önerisi bana geldiğinde ilkin biraz irkildiğimi itiraf etmeliyim. Tam da yeni bir şiir...