30 Eylül 2020 Çarşamba

UZUN GECENİN ARDINDAN: ŞAFAK'taki ARAF


                                       “Hakikatte bir şafak diye baktığın şey, belki de bir yangındır.”

                                                                       (Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur)


Sevgi Soysal’ın Şafak adlı romanında anlatılan olaylar, 12 Mart 1971 askerî darbesinin ardından gelen baskı rejiminin ülkemizdeki yaşamı bir karabasana çevirdiği ağır, sancılı günlerde geçer. Yabana atılamayacak bir estetik değere ve Sevgi Soysal’ın kısacık ömrüne sığdırdığı bütün içinde önemli bir yere sahip olsa da, sonuç itibariyle bir dönem romanıdır Şafak. Sevgi Soysal’ın hemen hemen bütün yapıtlarını daha ilk gençlik yıllarında okumuş bir okur olarak, Şafak’ı ilk okuyuşum, iki-üç yıl kadar önce, yine bir başka dönem romanıyla, Selim İleri’nin (adıyla yine bir zaman dilimini imleyen ve ilk basım yılı 1981 olan) Bir Akşam Alacası’yla aynı günlere rastlamıştı.  Okurken, bir yandan bunun her iki kitap için de gecikmiş okumalar olduğunu düşünüp hayıflandığımı, bir yandan da, aslında belki de tam zamanıdır, nesnel bir değerlendirme açısından böylesi çok daha iyidir diye düşündüğümü hatırlıyorum. (Kim tezatlardan uzak kalabilmiş ki! Hayatın ve düşüncenin zembereğidir onlar.) Şöyle de bir not düşmüştüm ardından, sıcağı sıcağına: “Ortak yanlarının bilincinde olarak, heyecanla ve bu heyecanın verdiği süratle, peş peşe okuduğum iki kitap: Biri (Şafak) 12 Mart, biri (Bir Akşam Alacası) 12 Eylül dönemlerini sorgulayan, bunu edebiyatın olanakları içinde, edebî dilden taviz vermeksizin yapan, iki önemli romancımıza ait iki dönem romanı. Her ikisi de, o günlerden bugünlere, bugünün okuruna, acı sularda çalkalanmış, mutlaka okunası potkallar gönderiyorlar. Ve bolca yürek sızısı.”

Niyetim her iki kitabı birden ele almak ya da bir karşılaştırma yapmak değil. Bu yazıda ele alacağım, izinden gideceğim kitap, Şafak olacak. Ancak öncesinde, Berna Moran’ın, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı yapıtının, “Sevgi Soysal’dan Bilge Karasu’ya” alt başlıklı üçüncü kitabında yer alan bazı önemli saptamalara değinmek istiyorum.  12 Mart romanları o dönemde yaşananları, hapis ve işkence konularını gerçekçi yöntemle işleyen siyasal ve toplumsal içerikli yapıtlardır. Denebilir ki biçim sorunlarının önemsizleştiği, estetik özenden çok anlatılana, verilmek istenen mesaja odaklanılan romanlardır bunlar. Berna Moran’a göre yaşanan toplumsal değişimler, ayrıca estetik yönün bu romanlarda ikinci plana atılmış olması 12 Mart romanını belli bir dönemde ilgiyle ama sonra ancak tarihsel değeri için okunan sosyolojik romanlar sınıfına katmıştır. Berna Moran, yaklaşık on yıllık bir arayla gerçekleşen 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin toplumsal sarsıntılar yaratan ve doğal olarak edebiyatı etkileyen olaylar olduğunu belirttikten sonra bu iki döneme ait romanlar arasında önemli ve düşündürücü bir ayrımın altını çizer. 1980 sonrası, yalnız Türkiye’de değil tüm dünyada solun içine düştüğü çıkmaz ve giderek daha çok karmaşıklaşan toplumsal ve ekonomik sorunlar, yazarlarımızı bu sorunları işlemeye elverişli yeni yöntemler, yeni içeriklere uygun farklı anlatım biçimleri aramaya itmiştir. Böylece, 1980 sonrası edebiyatımızda köktenci bir değişikliğe, postmodernist çizgide yeni bir anlatı türünün doğuşuna tanık oluruz. 12 Mart’ın toplumcu gerçekçi olarak adlandırabileceğimiz geleneksel formdaki romanları 1980 sonrasında yerini klasik anlamdaki gerçekçilikten ve geleneksel formlardan uzaklaşmaya ve bu doğrultuda yeni biçimlere, yenilikçi/avangard anlatılara bırakır.

Yaşam kuşkusuz sürekli bir devinim; ülkemiz ve ülkemiz edebiyatı da bu devinimden, bu devinimin getirdiği değişikliklerden payını almakta. O günlerden bugünlere (de) köprünün altından çok sular aktı, ancak bu yazıda konumuz/niyetimiz bunu irdelemek değil. Şafak’ın, gerek toplumsal gerçekçi yanıyla; gerekse içeriği, roman kişilerinin seçimi ve olayların geçtiği zaman dilimiyle, su katılmamış bir 12 Mart romanı olduğunu vurgulamamız şimdilik yeterli. Ancak Şafak’ı diğerlerinden ayıran, onu özgün ve farklı kılan yanları da var ve bu yazının konusunu bir bakıma bunlar oluşturuyor.

12 Mart ve 12 Mart romancılığı denince insanın aklına Sevgi Soysal’ın düşmemesi olanaksız. Sevgi Soysal yalnızca kitaplarıyla değil, tüm yaşamıyla, hattâ bedeniyle geçti 12 Mart’ın içinden. Duyarlı ruhunun neredeyse kaçınılmaz kıldığı yaralar alarak geçti. Ahmet Oktay’ın Borçlu Öleceğim Herkese adlı şiirinde üç dize vardır ki, ilk okuduğum günden beri çıkmaz aklımdan. Orada, şiirin bir yerinde, “Sevgi’yi iki kez ziyaret edebildim/ Mamak Askerî Cezaevi’nde” der ve şiirin devamında, bu ziyaret sırasında Sevgi Soysal’ın kendisine söylediği iki cümleyi şu dizelerle şiirleştirir: “’Göğsüm acıyor ara sıra’/ demişti. ‘Şuramda bir çiçek/ büyüyor sanki.’” Büyümüş, hepimizin bildiği gibi kansere dönüşmüştür o çiçek ve genç yaşında, en verimli çağında almıştır Sevgi Soysal’ı aramızdan. Evet, 12 Mart dendikte, yalnızca yapıtlarıyla değil, ödediği bedellerle, yaşamı ve ölümüyle de canlı bir simgedir benim gözümde Sevgi Soysal. Tutukluluk günlerini anlattığı, Şafak’ta yer yer yansılarını göreceğimiz, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu adlı bir kitabı vardır örneğin ve Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı romanını tutukluluk koşullarında yazdığı bilinir. Çok fazla anlam yüklüyor gibi görünmek istemiyorum ve gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül dönemlerinde çok ve daha büyük acılar yaşandığını gayet iyi biliyorum; ne var ki bazı insanlar açık, kabuk bağlamamış /kabuk bağlamayı unutmuş yaralar gibidir bu hayatta, yaşadıkları her şeyi olağanın üstünde bir yoğunlukta, derinden hissederek yaşarlar ve Sevgi Soysal da kanımca bu tarz insanlardandır.

Sevgi Soysal’ın, kişisel sorunlardan siyasal ve politik konulara bir geçiş yaptığı şeklinde bir genel kabul olsa da, ben onun bütün yapıtlarında hep aynı, yalnızca biçim ve boyut değiştiren eleştirel bilinci, yaşanılan dönemin getirdiği düşünsel sorunlardan uzak duramayan sorumlu aydın tavrını bulurum.  Toplumda kadınlık ve erkeklik rollerini/kodlarını sorguladığı Tante Rosa’dan beri bu böyledir. Koşulların değişimi, toplumdaki siyasallaşma doğal olarak bilince yansımakta, bu da sorunların ağırlık noktalarını değiştirmektedir olsa olsa. Çağının tanığı (sadece tanığı da değil üstelik; sanığı, hattâ yargıcı da!) bir yazar olarak, gözlem gücünü, eleştirelliğini, bireysel sorunlardan toplumsal yapıya doğru kaydırmıştır Sevgi Soysal. Ancak onun en bireysel addedilen yapıtlarında bile bireyselden toplumsala açılan bir duyarlılık ve en siyasi romanı sayılabilecek  Şafak’ta bile cinsellikle, birey ve kadın oluşla ilgili alttan alta işleyen bir damar buluruz. Sorunu kişilerle değil, sistemledir hep. Öte yandan, iktidar denince yalnızca kurumsallaşmış olanı, yürürlükteki hükümeti anlamamak gerekir. İktidarın/tahakküm ilişkilerinin toplumda nasıl yaygın ve içselleştirilmiş halde bulunduğunun, faşizmin yalnızca düşen bombalarla değil, iki insan arasındaki ilişkiyle başladığının (Ingeborg Bachmann) ne denli bilincinde olursak, bir romanın (ya da bir şiirin, bir öykünün, bir sanat yapıtının) bireyciliği ve toplumsallığı konusundaki yargılarımızda aceleci davranmaktan, dar görüşlülükten, en önemlisi de önyargılarımızın tutsağı olmaktan o denli kaçınmış oluruz.

Şafak siyasal olarak nitelenebilecek bir romandır, siyasal romansa birtakım handikaplar içermekle malul bir tür olarak bilinir. Bu ne derece doğrudur ya da bu yargı Şafak için de geçerlidir diyebilir miyiz? Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı adlı yapıtında, siyasal romanın sınırlı bir tür, sınırlı bir biçim olduğunu söyler. Çünkü siyaset, en sonunda bizim gibi olmayanları kararlılıkla anlamama, romancılık ise anlama işidir. Siyaset ve ideolojik bakış dünyayı biz ve onlar biçiminde bir dikotomi içine hapseder, yazarın özerkliğini kısıtlar, romancıyı sürekli birilerini temsil etmek ve temsil ettiği kesimden tasvip beklemek durumunda bırakır. Oysa bir roman bittiğinde okurun aklında, (yalnızca) tarih ve anlamı değil, insan hayatının kırılganlığı, dünyanın genişliği, âlemdeki yerimiz üzerine düşünceler, vb. kalmalıdır. Şafak’ı okuyup bitirdiğimde, son sayfayı da okuyup kapadığımda kapağını, öykünün bende hâlâ devam ettiği o anlarda, bundan pek farklı değildi hissettiklerim. Ben Şafak’ı, ele aldığı konu güncelliğini her ne kadar yitirmiş olsa da, siyasal roman olmanın handikaplarını büyük ölçüde aşabilmiş, evrensel insan hallerini hâiz; basmakalıplıktan ve siyasal romanın belki de en büyük açmazı klişelerden uzak bir roman olarak görüyorum. Semih Gümüş, roman için yazdığı önsözde, “düpedüz tipik kişiler üretmiş bir dönemi tipik kişiler olmadan anlatmayı başaran bir roman” olarak görür Şafak’ı ki bu yargıya katılmamak mümkün değildir. Kaldı ki romanlar, sanat yapıtları, bir toplumun alternatif belleğini oluştururlar ve Şafak ve benzerleri, arada dönüp bakmayı, hatırlamayı gerektiren kıymetli bellek kayıtlarıdır da, aynı zamanda.

Şafak, her şeyden önce, Sevgi Soysal’ın bizzat kendi yaşamından, 12 Mart sonrası Adana sürgününden  izler taşır. Romanın iki ana karakterinden biri olan Oya, tıpkı Sevgi Soysal gibi, bir süre sudan/yakıştırma sebeplerle siyasal tutuklu olarak hapiste yatmış, romanın şimdiki zamanında ise hiç tanımadığı, yabancısı olduğu Adana’da sürgündedir. (Baskın gerçekleştiğinde bir buçuk aylık sürgün yaşamının bitmesine bir hafta kadar bir süre kalmıştır.) Muhalif kimlikte, doğrudan olmasa da dolaylı biçimde devrimci harekete destek vermiş, küçük burjuva kökenli bir aydındır Oya. Evli ve çocuk sahibi bir kadın olduğu bilgisini de ediniriz bu arada.  Bu bilginin geriye dönüşler ve iç hesaplaşmalardan çok, emniyetteki sorgusu sırasında polis müdürünün “evli, hem de çocuklu bir kadın!” suçlamasıyla vurgulanması özellikle manidardır. Geriye dönüşler Oya’nın –önce siyasi, sonra sivil- hapis yaşamına, hapiste tanıdığı diğer kadın tutuklulara değgindir daha çok; özel yaşamına değil. Geriye dönüşler sırasında tanıdığımız bu kadınlardan bazıları (tutuklu devrimci kızlar, gardiyanlar, vs.) Sevgi Soysal’ın Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’ndan fırlayıp gelmiş gibidirler adeta. Bütün bunlar, romandaki birçok ayrıntının Sevgi Soysal’ın yaşamının belli bir kesitiyle bire bir örtüşüyor olması, yazarla kahramanı, Oya ile Sevgi Soysal arasında koşutluk/özdeşlik kurabilmemiz için yeterli görünüyor.  Ancak şu da unutulmamalı; Şafak bir özyaşamöyküsü, bir anı kitabı değildir asla. Romanda kurgusal/hayâl ürünü olma ihtimali çok yüksek ayrıntılar da mevcuttur ki öyle olmasa bile kurguya dönüşmüştür artık, gerçek yaşamın nerede bitip kurgunun nerede başladığını ayırt etmeye olanak kalmamıştır.  Kaldı ki buna hakkımız da yoktur. Biraz alakasız gibi görünse de, buraya küçük bir not düşmek isterim: İyi bir okur, asla yazarın mahrem duygularını öğrenmek, özel yaşamına vakıf olmak için okumaz; iyi bir yazarın da mahrem duygularını ifşa etmek, özel yaşamını sergilemek için yazmayacağı gibi.

Romanın ikinci bir ana kahramanı daha vardır. Siyasi tutuklu olduğu hapisten o sırada yeni çıkmış (hiç beklemediği bir zamanda ‘salıverilmiş’), eşinin ve o hapisteyken dünyaya gelen çocuğunun yanına, Urfa’ya gitmezden önce Adana’daki akrabalarının yanına uğramış olan, ev sahibi Ali’nin çok sevdiği yeğeni, öğretmen Mustafa. O gece sıkıyönetime yapılan –o dönemde sıklıkla olduğu üzere, asılsız- bir ihbar sonucunda eve bir baskın gerçekleşir; Mustafa ve onun bu akraba evinde ilk kez karşılaştığı Oya, ev sahibi Ali dahil orada bulunan birkaç kişiyle birlikte, yemek yedikleri sofradan kaldırılıp gözaltına alınırlar. Öykü dönüşümlü olarak Oya ve Mustafa’nın bakış açılarından anlatılır ve yine dönüşümlü olarak zihinsel geriye dönüşler şeklinde ilerler. Üç bölümden (Baskın, Sorgu, Şafak) oluşan romanda, bu planın da gösterdiği gibi, olaylar, Adana’da bir sonbahar akşamında başlayıp o gecenin sabahında sona erecek şekilde, bir gece içinde olup biter. Romanda Oya ve Mustafa’nın, bu iki protagonistin dışında, temsiliyetler açısından önemli işlevler yüklenen başka yan kahramanlar da vardır elbette: Ev sahibi (Maraşlı) işçi Ali, Fethi Naci’nin ilk defa  Şafak’la edebiyatımıza girdiğini söylediği, yaygın bir solcu aydın tipi olan, kaypak, sınıf atlama heveslisi Hüseyin, faşist damat Zekeriya, Almancı yoz komşu Ekrem, ezikliğini kendinden zayıflara gösterdiği zorbalıkla bastırma yoluna giden sivil polis Abdullah, polis müdürü Zekâi Bey, fabrika müdürü emekli Albay Muzaffer Bey, varlığını daha çok kara bir gölge gibi hissettiğimiz büyük patron Turgut Sabuncu Beyefendi, Mustafa’nın karısı Güler, -ataerkil dünyanın kadınları olarak- Ali’nin cefakâr karısı Gülşah, Gülşah’ın kız kardeşi yeni gelin Ziynet ve Oya’nın hapishane yaşamında tanıdığı diğer tüm kadın karakterler. Bu kadarla da kalmaz aslında. Sevgi Soysal romanlarında az sayıda karakterle yetinmediği gibi bu karakterleri karikatürize etme kolaycılığına da kaçmaz. Ne romanlarını düşüncelerini iletmede kullanacağı bir araç olarak görür, ne de karakterlerini bu fikirleri dile getirmede kullanacağı cansız mankenler olarak. Canlı, yaşayan, gerçekliği inandırıcı, “olması gerektiği gibi”den çok, “olduğu/olabileceği gibi” kahramanlardır bunlar. Onun, Mustafa’nın devrimci arkadaşlarından, son bölümde karşımıza çıkacak olan Hisseli Şen Çadır Tiyatrosu’nun mensuplarına ve nezarethanede şafağı bekleyen diğer iki tutukluya kadar, yarattığı irili ufaklı tüm karakterler, ülkemizin belli bir zaman dilimindeki gerçekçi bir panoramasını sererler gözlerimizin önüne. Zengin, devinip duran, capcanlı bir dünyadır bu.

Sevgi Soysal, erken dönem yapıtlarından olan, toplumsal kodlarca belirlenen kadınlık ve erkeklik rollerinin, kadın ve erkeğin cinselliği keşfedişleri ve yaşayışları arasındaki yakıcı farkların altını çizdiği Yürümek’te kullandığı bir tekniği, biri kadın biri erkek iki ayrı protagonist üzerinden ilerleyen paralel anlatı tekniğini, Şafak’ta da kullanmıştır. Bunun nedeni elbette gerçeği farklı boyutlarıyla, tüm yönleriyle vermek, tek yanlı bir bakışın sakıncalarını mümkün olduğunca ortadan kaldırmak olsa da, ben bu seçimde kadın ve erkeğin salt kadın ve erkek oluşları bakımından nasıl farklı muamelelere maruz kaldıkları, maruz kaldıkları olayları nasıl farklı biçimlerde yaşadıkları gerçeğini vurgulama amacının da önemli bir rol oynadığı kanısındayım. Kadın ve toplumsal cinsiyet sorunsalı, toplumda kadın üzerindeki katlanmış baskı, ezilen kadının buna karşı çıkacak/direnecek yerde erkek egemen toplumun değerlerini nasıl olup da içselleştirdiği, tek kelimeyle kadın sorunsalı, her daim en başat konularından biri olmuştur Sevgi Soysal’ın. Bu konuda, erkenciliğiyle öncü yazarlardandır Sevgi Soysal. Şafak’ta  kadın sorununu yalnızca devrimcilik bağlamı içinde ve yalnızca Oya üzerinden ele almaz örneğin. En büyük mutluluğu “yemeği iştahla çiğneyen erkek avurtlarını seyretmek” olan Gülşah’tan, “erkektir, döver” diyen Firdevs’e; Mustafa’yla evlendikten sonra kadınlık rolleri içine sıkışıp kalan Güler’den, hapishanenin copta simgeleşmiş fallosantrik dünyası içindeki “kader kurbanı” bütün o kadın mahkûmlarla işkence görmüş devrimci kızlara varana değin, diğer kadın karakterleri kullanarak da yapar bunu. Çünkü “gerçek, acılığı oranında sıradan bir öyküdür” ve eklemek gerekirse, erkekliğin roman boyunca çok güçlü bir metafora dönüşmesiyle (Seval Şahin) ve kadın devrimcilerin sorununa, Türkiye’deki genel kadın sorununun bir parçası olarak bakıyor olmasıyla da farklı bir romandır Şafak.

Şafak’ta, bu tarz romanlarda mutat olduğu üzere, sarsılmaz devrimci karakterler, ideolojik dayatmalar, idealleştirmeler, kahramanlaştırmalar, katıksız iyiler ve katıksız kötüler yoktur. Varlığı dolaylı olarak verilse/sezdirilse de, ayrıntılı işkence betimlemelerine de rastlayamayız. Kötüler insani denebilecek yanlarıyla, iyiler kusurları ve zaaflarıyla anlatılır. Buna karşın, baskından gözaltı koşullarına, sorgudan salıverilişlerine kadar, insanın yalnızca canına değil, özgürlüğüne de kasteden o acımasızlığı, keyfiliği, zorbalığı; faşizmin iradeyi, hukuğu, kazanılmış tüm hakları hiçe sayan insanlık dışı ürkünç nefesini roman boyunca bir şekilde hep hissederiz. Olaylar -tarihsel boyut ve sınıfsal bağlam ihmal edilmeksizin- psikolojik boyutlarıyla; kişiler (özellikle Oya ve Mustafa) korkuları, kuşkuları, çelişkileri, kararsızlıkları, kısacası iç dünyalarındaki tüm karmaşayla birlikte derinliğine verilir. Öte yandan verili olanı sorgulayan, yetinmeyen, dogmalardan çok kuşkuyla hareket eden, olup bitene hep eleştirel bir gözle bakan kahramanlardır bunlar. Yol boyunca gezdirdiği aynaya, roman kişilerinin nezdinde kendisi de, korkmadan bakan bir yazardır Sevgi Soysal. Sadece “an”ı, “bugün”ü anlatmakla yetinmez Şafak’ta; yarınlara dair umut, kaygı, öngörü sinyalleri de verir. Ne yılgınlığa kapılır, ne de katıksız bir inançla yazar. Yazar olarak durduğu yer, değişimi ve dönüşümü, öleni ve doğanı görmek adına, hep bir “araf”tır.

Fethi Naci, Yüz Yılın 100 Türk Romanı adlı yapıtının Şafak’ı incelediği bölümünde, Sevgi Soysal’ın Şafak’taki halktan kişilere - özellikle Maraşlı Ali’yle karısı Gülşah’ı anlatırken- büyük bir saygıyla baktığından söz eder ve yorumunu şöyle sürdürür: “Sevgi Soysal küçük burjuva aydınların(sa) gözünün yaşına bakmıyor. Onlara karşı alabildiğine acımasız. Ve onları Ali’den, Gülşah’tan çok daha iyi tanıdığı belli.” Evet, Sevgi Soysal küçük burjuva aydınları, mensubu olduğu/içinden çıktığı sınıfı elbette çok daha iyi tanımaktadır ama ben burada, bu tercihte daha iyi tanıdığı şeyleri yazmanın getirdiği avantajı görmüyorum yalnızca, bu şekilde bakamıyorum. Başından sonuna bilinçli bir tercihtir Sevgi Soysal’ınki. Oya ve Mustafa neredeyse roman boyunca kendilerini sorgularlar; her ikisinin de özeleştiri mekanizmaları sürekli işler. Romanın ikinci bölümü olan “Sorgu”yu, yalnızca polisteki –malum- dışsal sorgunun değil, eşzamanlı olarak içsel bir sorgulamanın/hesaplaşmanın, diğer bir deyişle romanın iki ana karakterinin kendi içlerine dönüp orada gördüklerini, devrimci hareket içindeki konumları, hataları, korkuları, suçluluk duyguları, konformist yanları vb. açısından durmaksızın deşip eleştirmelerinin imi olarak da görmek pekâlâ mümkündür. Sorunları göz ardı etmeyen bir sorumlulukla, “güzellik gölgesizdir, sığınamazsın” der Oya kendi kendine ve kendini kandırmanın eşiğine her geldikte, tutar çeker kendini geriye. Geçmişin eleştirisini yapmaksızın, kendi kendinin bunca zalimi olmaksızın geleceğin sorumluluğunu yüklenmek mümkün değildir çünkü. Biz biraz da bu yüzden, yalnızca küçük burjuva kökenlerinin, sınıfsal zaaflarının ya da küçük burjuva kimlikleriyle devrimci kimlikleri arasındaki çatışmanın yansımalarını değil; bireyliğinden vaz geçemeyen, özgürlüğünden taviz veremeyen, kendi kararlarını kendi alma iradesini askıya alamayan bir bireyliğin sancılarını da buluruz Şafak’ta. Ve tabii, şaşmaz bir pusula gibi hep özgürlüğü ve bireye saygıyı seçmiş, “insanın en baskıcı koşullar altında bile kendisine saygısını, insani değerlerini ve psikolojik özerkliğini nasıl koruyabileceğinin bir el kılavuzunu yazmış” (Deniz Kondiyati) bir Sevgi Soysal’ı.

Oya “sabahları sever. Her türlü başlangıcı. Ama artık başlangıcın tek başına iyi ve güzel olmadığını biliyor. Bağlantıları iyi kurulmamış, seçilmemiş, bilinçsiz başlangıçların. Şimdi, bir anlamda bir başlangıç noktasında olduğu halde sevinememesi bundan.” Ve sürdürür Oya, iç konuşmasını: “Nereye ait peki Oya? Çıkarcı olmamaya çalışan namuslu bir aydın olmaktan öte. Bunun bedelini ödemiş olmaktan öte. Korktuğu gibi olmamaya çalışmak yeterli değil. Bundan sonrası için hiç, ama hiç yeterli değil. (…) Özgürlük düşündürücü şu an.” Uzun gecenin ardından, şafakla birlikte salıverildiklerinde, Oya “sorumluluğa evet dese de, “örgütlü bir hareket içindeki bir ‘bağımlılık halkası’na katılmayı başarabileceğinden emin değildir” hâlâ (ya da artık). Mustafa da ondan farklı sayılmaz ama onun düşüncesi daha çok, sınavı başarıyla veremediği yönündedir. Öyle bir şafaktır ki bu, “ne özgürlük ne de kurtuluş getiriyor”dur. Oya olsun, Mustafa olsun, bu tek gecelik, uykusuz tutukluluğun şafağında aslında bir bakıma kendi şafaklarına uyanmışlardır. Güneş doğmuş, şafak çözülmüştür ama hâlâ çözülmeyi bekleyen yığınla düğüm vardır roman kişilerinin önünde.  Yeni başlangıçlara, arayışlara, buluşlara, yeni alaşım ve oluşumlara açık bir sondur bu; atkı ve çözgüleri durmaksızın atılıp çözülen, çözülüp atılan, kendini her an yeniden yaratan bir dokunun durmaksızın atan nabzını duyar gibi olursunuz bu sonda. Tıpkı gerçek yaşam gibi, ülkenin içinde bulunduğu yol ayrımı gibi. Açık uçlu bir romandır Şafak. Yaşam da öyle değil midir? 

 Perihan Baykal

Roman Kahramanları, Temmuz/Eylül 2020

 

 

 

 

Aşkın Küçük Sandal(lar)ı...

AŞKIN KÜÇÜK SANDAL(LAR)I...* Bu konuyla ilgili yazma önerisi bana geldiğinde ilkin biraz irkildiğimi itiraf etmeliyim. Tam da yeni bir şiir...