16 Temmuz 2018 Pazartesi

Şiir, O Hep Öte Yakamızdaki Karanfil!



ŞİİR, O HEP ÖTE YAKAMIZDAKİ KARANFİL!

“Şiir barbardır” ve bu yüzden de, -Kant’tan ilhamla- “ahlâkı kovar” der Cemal Süreya, “Şiir Anayasaya Aykırıdır” başlıklı ünlü yazısında. (Vârolmuş ve var olan) ahlâk ve hukuk düzenleri hiçbir zaman insanoğlunun tabiatına tam bir uygunlukta olmamıştır çünkü. Peki niçin olmamıştır? Tüm yasalar, tüm kurallar, yaşamı kolaylaştırdığı, hattâ mümkün kıldığı söylenen “toplumsal sözleşme” kandırmacasına karşın, doğrudan ve dolaylı olarak, hep güçlüye, maddi zenginlikleri elinde tutan ve yitirmek istemeyenlere hizmet eder de ondan. Yasaları yapanlar hep güçlülerdir ve tüm denetim mekanizmaları da onların elindedir. Bugün artık, bilincimizi bırakın, bilinçaltımız bile ellerindedir. Şiirin, bu cangılın içinde ayrı bir yeri olduğuna, hâlâ içimizdeki ilkel’i, yozlaşmamış olan saf yanı açığa çıkarabilecek, uyuyan özümüzü uyandırabilecek güce sahip olduğuna inanıyorum. Çünkü şiirin kendisi de oradan geliyor. Bir nemf gibi kaçgun ve uçucu, göğe ve toprağın –içimizin!- derinliklerine ait. Bu yüzden de konformize edilmesi, ele avuca sığması zor. Hâlâ bir devrimci potansiyele, “düyayı değiştirme” gücüne sahip.  Filistinli şair Mahmut Derviş’in dediği gibi, “şiir bir savaş uçağını düşüremez ama pilotunun düşüncelerini değiştirebilir.” Böyle bir güce sahip olan, bir de aşk var belki. Aşk ve şiir bugün hâlâ tabulara, verili olana; paraerkil, ataerkil ve cinsiyetçi kodlara, tek kelimeyle kurulu düzene meydan okuma, onu sorgulayıp sarsma, taşlaşmış yapıda gedikler açma potansiyeline sahip iki güç.

(Buraya ilk parantezimi açıyorum. “Her şeyin ama her şeyin tüccarların elinde olduğu”, popüler kültürün toplumun tüm hücrelerine nüfuz ettiği bir çağda şiirin bu kirlilikten nasibini almadan duracağını/kalacağını düşünmek elbette safdillik olur.  Ayrıca şiiri tarihsel boyutundan ayırmak, tabulaştırmak, aşkın bir boyuta yerleştirmek de doğru değil. Her iki tuzağa da düşmemek, kendimizi muhalif bir yapının/söylemin parçası içinde görürken/sayarken bir anda düzenin bir parçası oluverdiğimizi görmekten kaçınmak, bunun için de belki biraz uzaktan bakmak/uzağa düşmek, uzağa düşmekten/yalnız kalmaktan korkmamak, yeni karşı koyma yolları/kaçış çizgileri aramak/bulmak gerekiyor olabilir bugün. Tam burada, Calvino’nun Görünmez Kentler’inin Sunuş yazısında aydınlar için söylediklerini şiire/şaire de uyarlamak mümkündür belki: “Aydın (şair) sürekli muhalefette olmalı, her türlü düzenle bütünleşmeyi reddetmeli, sosyal gerçekleri bütünlüğü içinde daha iyi görüp değerlendirebilmek için kendisini uzaklara taşımalıdır,” diyordu Calvino.)

Adorno, “Lirik Şiir ve Toplum” başlıklı yazısında “Lirik tinin maddi şeylerin üstün gücüne karşı o çok kişisel muhalefeti, dünyanın şeyleşmesine karşı, modern çağın başlangıcından, sınai devrimin hayattaki baskın güç hâline gelişinden beri insanların meta tahakkümü altına girişine karşı bir tepki biçimidir” der ve bu tepkiye örnek olarak Lorca ve Brecht gibi şairlerin yanısıra Rilke’nin ve “her türlü burjuva duyarlılığının suratında tokat gibi patlayan lirik şiirler yazıyordu”, “kitlelerin hakikatine herhangi bir ‘yoksul halk’ şiirinin olabileceğinden daha sadıktı” diyerek Baudelaire’in de adını anar.  

Aynı Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” demişti. O günden bugüne daha kaç Auschwitz yaşandı! Dünya koskoca bir Auschwitz kampına dönüştü. Kuşatıldık. Albert Camus’nun Başkaldıran İnsan’da yaptığı biraz da mazlumun zâlime dönüşme potansiyeline karşı bir uyarıydı ve yüzyılın son yarısı onun öngörüsünün gerçeğe dönüştüğü bir zaman dilimi oldu. Belki de en çok şimdi gereksinimi var dünyanın şiire. Saf’kan şiirle safları sıklaştıran şiirin, içinde yüzdüğümüz deryayla içimizde yüzen deryanın birbirine karışıp katışmasına. Bunun için de, -bugün kültürel hegemonyanın bir parçası hâline gelmiş olan popülizmin ve dahi pasifizmin dört başı mâmur ve mâmul tuzaklarına düşmeksizin- tavrı ve duruşuyla, sırasında eylemiyle, gerçek anlamda “muhalif” olabilecek bir şiire/şaire gereksinim var. İktidar talebi olmayan, küçük hesaplar peşinde koşmayan, aydın kimliğiyle sanatçı kimliği birbiriyle örtüşen. Şiir gökten zembille inmiyor çünkü ve hepimiz içinde yaşadığımız toplumun ve çağın ürünleriyiz. Turgut Uyar boşuna “şiir çıkmazda, çünkü insan çıkmazda” demiyordu. Hakiki ve has olana gereksinim var. Dünyayı iyi okuyana. Özgür ve gür olana. Sanatçının-şairin biraz kendi acılarından başını kaldırıp  dünyada yaşanan acılara; toplumsal, siyasal ve ekonomik olana; güne, tarihe ve geleceğe bakması gerekiyor. Karnının tok, gözünün kara olması, zalimin değil mazlumun yanında yer alması, her koşulda aklının ve “vicdan”ının sesini dinlemesi gerekiyor.  Yapay gündemlerin kuyruğuna takılmadan kendi gündemini yaratabilmesi gerekiyor.  Ve dahi, “yeryüzünün neresi ağrırsa benim de bir yerim ağrır” diyenlerden olması gerekiyor. Ritsos bunun için “Benim yaşamım, politik yaşamım şiirim kadar önemlidir. Bir ‘Ritsos mitosu’ varsa, bu sadece şiirden oluşmamıştır” diyordu. Aynı zamanda bir şair de olan Vietnamlı Ho Şi Minh bir şiirinde “Şairler de savaşmasını bilecek” diye, bunun için. Nâzım bunun için hâlâ bir mitos.

(Buraya bir parantez daha açıp bir soru alınabilir belki: Şairin aynı zamanda “aydın” olmak gibi bir görevi de var mıdır, ille de toplumsal ve siyasal belirteçlere sahip olmak zorunda mıdır şair kişi? Somuta dökecek olursak, Ahmet Haşim mi daha çok şairdir, yoksa Nâzım mı? Neruda mı, yoksa Ezra Pound mu? Bu soruya salt poetik ölçütler göz önünde tutularak (artık bu ne derecede mümkünse!) da bir yanıt vermek mümkün, şairin hayatını, kişiliğini, kimliğini şiire/şiirine dâhil ederek de. Ben ne zaman bu soruya bir yanıt arasam, her büyük/gerçek şairin çok özel bir ruhla donanmış olduğu gerçeğiyle, bu gerçeğin içinde de, yalnızca kendi içindeki zaman ve ülkenin işçisi (ve kralı) olma hâliyle karşılaştım. Ve inandım ki, hepsi özünde muhaliftir gerçek sanatçıların. Çağın, zamanın, günün, güncelin ötesindeki, o en derindeki ince tele dokunmayı, oradan bakmayı/görmeyi, “yer”in ve yerliliğin kalabalık korosuna karşın yabanıl sesler çıkarmayı bilmişlerdir.)

Şiir dili özü itibariyle zaten muhaliftir. Şiir ve şair her devirde tehlikeli görülmüş, susturulmaya çalışılmış ve iktidarlar evvel ezel sözcüklerin gücünden ürkmüşlerdir.  Franco faşizminin bir duvarın dibinde kurşuna dizdiği Lorca, ömrünün büyük bir kısmı sürgün ve hapislerde geçen ve ölümü de bu yüzden olan dev şair Neruda bunun capcanlı örnekleridir. Sergey Yesenin ve Mayakovski, belki de içlerindeki muhalif ruhu susturamadıkları için ölümü seçmişlerdir. Burada aklıma şair Adnan Satıcı’nın “Bugünün sanatçıları çağının tanığı değil, sanığı olmak zorundadır” sözü düşüyor. Kendimize sormamız gereken bir soru var sanırım: Bugün niçin şairler çağlarının bırakın sanığı, tanığı bile olamamaktadırlar? İşte bu sorunun üzerine cesaretle gidebilendir şair.

Kulaklar tümden paslanmadan ve gün gelip dilimizi hepten lâl kılmadan acı! Unutmayalım: Ölümsüz olan Pir Sultan Abdal’dır. Hızır Paşa ise zulmün adıdır sadece.


(Not: Parantez içindeki bölümler yazıya -yazının yeniden gözden geçirilmesi sırasında- sonradan dahil edilmiştir.)


Perihan Baykal


Güncellenmiş biçimiyle, Adalya Kültür Edebiyat Seçkisi'nin Yaz 2017 sayısında yayımlandı.


"In Illo Tempore"den, "Şifaaağ"a: "Gök Derinin Altında"



“IN ILLO TEMPORE”den, “ŞİFAAAĞ”a: “GÖK DERİNİN ALTINDA”*


                                                                                 “Yazarın görevi mitleri ölümden kurtarmaktır.”
                                                                                                                                                     Michel Tournier

Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği’nin ilk bölümünde, akıl ile mitoloji arasındaki karşıtlığı vurgulayarak, uygarlığın bizi yalnızca söylencesel düşünmenin çokanlamlılığından değil, her türlü anlamdan nasıl yoksunlaştırdığının, aklı nasıl araçsallaştırıp her şeyi kuşatan teknoloji aygıtının emrine verdiğinin izini sürerler. Düşünürlere göre, tarihöncesine ait her canlı hatıra binyıllar boyunca uygulanan en acımasız cezalarla insanların bilincinden kazınmıştır. Ne pahasına olmuştur bu? Bugünden baktığımızda çok net bir biçimde görebildiğimiz üzere, elbette mutluluğumuz pahasına. Kapitalist ekonominin, teknolojinin, uygar dünyanın temelinde doğa üzerindeki toplumsal egemenliğin sürdürülmesi zorunluluğu yatar ve insan kendinin (de) doğa olduğunun bilincinden bir kez uzaklaştı mı, uğruna onca özveride bulunduğu ‘ilerleme’ye yönelik tüm çabalar, paradoksal bir şekilde kendini hükümsüz kılar. Doğa üzerindeki tahakkümümüzün artması, sistemin insanlar üzerindeki tahakkümünün de artması anlamına gelir çünkü ve bu da, sakatlanmış; özünden, kökeninden, can suyundan uzaklaşmış; doğaya ve doğasına yabancılaşmış bireyler demektir.

“İlerleme bizi doğru yöne yöneltiyor mu?” diye soruyordu Tarkovski.  “Gelişme dümdüz yollar inşa eder, gel gör ki gelişmemiş, eğri büğrü yollardır dehanın yolları” diyordu, Cennet ve Cehennemin Evliliği”nde William Blake.  Onların bu dünyaya hep ilk kez görür gibi bakan, gördüğü her şeyi yeniden değerlendiren, giydirilmiş anlamları ters yüz eden, alışılmışın dışındaki yalvaçsı bakışları çok şey söylüyor bize. Bu bakışa gereksinmemiz var. Yalnızca geniş otobanlara değil;  eğri büğrü yollara, sapaklara, patikalara, yeni çığırlara, çığırından çıkmalara da gereksinmemiz var.  En önemlisi de, yönümüzü, dünyanın dört bir yanına diktiğimiz bütün o yön tabelalarını yeniden sorgulamaya gereksinmemiz var.

Bütün bunları niye yazıyorum?  Çünkü kendime, durduğum yerden “Gök Derinin Altında”ya doğru bir yol açmaya, bir güzergâh belirlemeye çalışıyorum. “Gök Derinin Altında”, son yıllarda kadın yazarlar arasında dikkati çeken bir isim olan Nazlı Karabıyıkoğlu’nun yayımlanmış beşinci kitabı. Günümüzde bir yerlerde başlıyor/ geçiyor görünse de, bir noktadan sonra zamansal ve mekânsal anlamda boyut değiştiren, sınırlardan azade, zamansal ve uzamsal olarak geçişken, alegorik denebilecek dünyalar kuruyor öykülerinde Nazlı Karabıyıkoğlu. Mitler, arketipler, efsaneler, dinsel meseller ve mesel kişileri, pagan inanışları ve şaman ayinleriyle bezeli; ilkel ve ilksel olan tarafından –adeta- ele geçirilmiş; içimizdeki ilkel’i, ilksel olanı uyaran, çağıran, hattâ bağıran öyküler bunlar. Dilin riyasından bezmiş de rüyasına talip; içine dünya kaçmış bir kulak gibi, huzursuz bir nabız gibi, zonk zonk zonklayan öyküler. Nazlı Karabıyıkoğlu, araçsallaşmış aklın bizi betona, kapitalizmin takırtılarla işleyen çarkına, dijital cennetlere zincirlediği modern zamanların içinden eğri büğrü yollar açmaya çalışıyor bize. Kazanlar kaynatıyor; kurban kanları akıtıyor; ruhunu, büyüsünü, bütünlüğünü yitirmiş bir dünyaya, doğaya ve doğasına yabancılaşmış insana orman kokulu yadırgı nefesler üflüyor.

Biçimsel olarak, dört bölümden oluşuyor “Gök Derinin Altında”, her bölüm de kendi içinde dört öyküden. Bağdaşık, tematik bir bütünlük oluşturan, görünmez iplerle birbirine bağlı, aynı görünmez partisyona tâbi dört bölüm ve on altı öykü. Bu yazıyı hazırlarken, kitabın omurgasını oluşturan bu geometrinin bilinçli bir tercihe ve belli bir maksada dayanıyor olabileceği düşüncesiyle, kişisel olarak bu tür inançlarım olmamasına karşın, “dört” rakamının ezoterik anlamına bakma gereği duydum. Minik bir araştırma beni, rakamın, genel olarak, iki dişil ve iki eril enerjinin birleşimini ve bu birleşim sonucunda oluşan bir dünyayı temsil ettiği bilgisine götürdü. Kitapta, isim tercihlerinden mitolojik ögelere kadar, bu türden birçok simgesel ayrıntı mevcut. (Dört bölüm, monoteist dinlerdeki dört büyük meleğe tekabül ediyor örneğin: Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail.)  Kitabın bütünsel meramı göz önünde tutulduğunda, bazı yerine oturmayan ayrıntılara, bulanıklıklara, anakronik karmaşaya karşın (ki, bir sanatsal yaratıda doğaldır da bu), bu tercihlerin bilinçli tercihler olduğu, belli bir plan dahilinde yapıldığı çok açık. Bu uyuma, kitabın adı da dâhil. Kulağımıza, “kozmosun ve insan ruhunun derinliklerinin oluşturduğu ikili evren”e dair sırlar fısıldayan; doğanın bir parçası oluşumuzu, içimizle dışımızın “bir”liğini, dışımızdaki doğayla içimizdeki doğanın birbirinden ayrılamazlığını vurgulayan ve kitabın tematik bütünlüğüne yakışan bir isim, “Gök Derinin Altında”.

Baştan söyleyelim, bu öykülerin içine girmek hiç de kolay değil. Alışkın olmadığımız, yabancısı olduğumuz, daha doğrusu yabancılaştığımız, belleğin unutkanlığına terk ettiğimiz, ayak izlerimizin çoktan silindiği bir dünya çünkü anlattığı. Orda olduğu bilinen ama söz birliği etmişçe hakkında konuşulmayan. Vahşi, ötelenmiş, hasıraltına itilmiş. Bu öyküleri okumak bir “ang”a, bir şaman ayinine ilk kez katılmak, bir ayini ilk kez izlemek kadar tekinsiz ve irkiltici, ama bir o kadar da merak uyandırıcı. Mevcut önyargıları, ahlaksal çerçeveleri, numarası fi tarihinde belirlenmiş bütün o numaralı gözlükleri, yumuşak terlikleri çıkarıp geride bırakmayı gerektiriyor. Öte yandan, dil, gidimli dilin alışkın olduğumuz raylı sisteminden bir anda çıkıp kaotikleşebiliyor da. Anlatılamayanı anlatmak söz konusu olduğunda şiirselliğe değil de, kısa, kesik, sayıklamalı, dil ögelerinin birbirine karışıp karmaşıklaştığı bu kaotik dile yaslanıyor yazar. Dişil, belki daha çok cinsiyetsiz, -cinsiyet kodlarının çok öne çıkmadığı, belirsiz olduğu-, zaman zaman sertleşebilen bir dil bu. Bu açıdan da, kolay bir okuma değil, okuru bekleyen.

Bu öykülerde Rimbaud’nun, “Kutsal Borazan O, yaban çığlıklar, gürültüler,/ Meleklerden, acunlardan geçmiş sessizlikler” dediği gürültü ve sessizlikler var. Omegalar, Alfalar, mor ışıklı gözler, mor gözlü kadınlar, ruhunu arayan bedenler, bedeninden ayrı düşmüş ruhlar var. Dünyanın dağılmışlığı, parçalanmışlığı; ikiye, dörde, bin parçaya bölünmüşlüğü; bütünlenmeye duyduğu özlem, göz göz yaralarına şifa arayışı var.  Farklı öykülerde karşımıza farklı suretlerde çıkabilen; kadın, erkek, çoğu kez cinsiyetsiz ya da çift cinsiyetli kahramanlar, bir bakıma anti-kahramanlar var. Bir yanı Daphne, bir yanı avcı Artemis; amazon ve anaç; Santor’dan olma, Kybele’den doğma kadınlar var. Aracı ruhlar, ateşi diri tutmanın sembolü ihtiyar Ulaynalar ve Manuşkalar, uygar yaşamın nevrozuna bulanmış libidolar, doğuma ve ölüme biçilen yeni anlamlar var. Sözümona uygar yaşamın, modern şehirlerin klostrofobik atmosferi de var; geniş ve kadim topraklar, yün ve toprak kokan şaman çadırları da. Sonra, kadınlık (ve erkeklik) rollerinin kabulü ve reddi; sürekli bir ambivalans, araf hâli var. Şiir yok mu? Olmaz mı, -“şiir, insanın mantık öncesi düşünme biçimidir” diyen Eliot’a kulak verecek olursak hele-, şiir de var. Kitabın bütününe yayılmış olarak da; birkaç öykünün başında, epigraf olarak da.

Sanatta yaratıcılıkla birlikte, cinsellik, ölüm, doğum, doğurganlık, biyolojik ve toplumsal açıdan cinsiyet rolleri, ahlaki ezberler gibi konular yazarın başlıca sorunsalları arasında. Ancak Karabıyıkoğlu bunu klişelere dayanarak, adını koyup çerçeve içine alarak, bize açık, tekil ve yalınkat yanıtlar sunarak değil, sezgilerimize seslenerek, bizi, gördüklerimizi bir anlam bulutsusunun ardından seçmeye çalışmak zorunda bırakarak yapıyor. Öykülerde bolca yer tutan şamanik coğrafyalar ve zamanlar gibi, bize başka, tanımadığımız, yabancısı olduğumuz bir dünyadan sesleniyor ve arada bu dünyanın kapılarını pencerelerini açıp okuru “cereyan”a tutmayı da ihmal etmiyor.

Öykü kişileri arasında sanatçılar, bunlar arasında da özellikle şair ve yazar olanlar dikkat çekiyor tabii. Fallus’taki romancı Sinan, Noli Me Tangere’deki şair Mikail ve Şifaaağ’daki, bir yaratıcı yazarlık kursuna devam eden (ve onun, alter ego’su, dişil yanı, “şifacı”sı olan Efsun) diğerleri arasında ayrıksı bir yerde duran öykü ve öykü kişileri. Sinan son romanını yazmak için yazacağı konuda bilgiye ve ilham kaynağına gereksinim duyan, bu süreç içinde eşiyle birlikte inzivaya çekilmiş tanınmış bir yazar; Mikail, ete ve şöhrete doymuş, “artık sığınacağı biri, bir hayvan ya da ağaç dibi arayan”, “şiir ödüllerinin jüri toplantılarının tekdüzeliğinden, İstanbul’un hengâmesinden sıyrılıp (…) şiirden ötede, söylenen ilahilerin ahenginde kaybolup kendinden geçmeyi bir kadının içine girmekten (artık) daha çok isteyen”, maskülen yapıda, yine tanınmış ve muteber bir şair; Rafet, çevresindeki sahteliklerden usanmış, yaptığı seçimlerden hoşnutsuz, yeteneğine yeterince güvenemeyen genç bir yazar adayı. Yazar ve şair karakterlerin tümünün de erkek olması oldukça düşündürücü görünüyor. Dişil olanı küçümseyen, dişi yanını unutmuş, ötekileştirmiş, kendisinin de doğa içindeki doğa olduğunun bilincini yitirmiş, gücün ve güçlünün güdümündeki maskülen bir dünyayı, bu dünya içinde erkeğin yarımlığını vurgulamak adınadır bu seçim belki. Öykülerde şaman ya da şifacı olarak beliren karakterler ya kadındır ya da cinsiyetleri vurgulanmaz çünkü. Erkek eksik olandır, devreye giren dişil ruh bu eksikliği tamamlayarak ona ruhunu, modern yaşamın körelttiği yaratıcılığını iade eder. Kuruyan, kavrulan, her gün biraz daha kuraklaşan; ruhunu, efsununu, doğayla bağını yitiren bir dünyaya, yeniden doğma, içindeki ve dışındaki doğayla barışma, en önemlisi de, özgürleşme olanağı bağışlayacaktır bu buluşma.

“Gök Derinin Altında” hem ağıt, hem umut olan; bizleri gerçek varoluşumuza, köklerimize dönmeye davet eden; boynunda bir kam davulu, elinde bir tokmak, algılarımıza, ezberlerimize, önyargılarımıza okkalı darbeler indiren bir kitap. Olanı biteni ters yüz ediyor, altını üstüne getiriyor dünyanın. Ve göğün bittiği yerde, hep yeni bir gökyüzü başlıyor.

*Gök Derinin Altında, Nazlı Karabıyıkoğlu, İthaki Yayınları, 2017

Perihan Baykal


 http://postdergi.com ve Çini Kitap'ta (Mart-Nisan 2018) yayımlandı.                                                                                                                

Aşkın Küçük Sandal(lar)ı...

AŞKIN KÜÇÜK SANDAL(LAR)I...* Bu konuyla ilgili yazma önerisi bana geldiğinde ilkin biraz irkildiğimi itiraf etmeliyim. Tam da yeni bir şiir...