ŞİİR, O HEP ÖTE YAKAMIZDAKİ KARANFİL!
“Şiir
barbardır” ve bu yüzden de, -Kant’tan ilhamla- “ahlâkı kovar” der Cemal Süreya,
“Şiir Anayasaya Aykırıdır” başlıklı ünlü yazısında. (Vârolmuş ve var olan)
ahlâk ve hukuk düzenleri hiçbir zaman insanoğlunun tabiatına tam bir uygunlukta
olmamıştır çünkü. Peki niçin olmamıştır? Tüm yasalar, tüm kurallar, yaşamı
kolaylaştırdığı, hattâ mümkün kıldığı söylenen “toplumsal sözleşme”
kandırmacasına karşın, doğrudan ve dolaylı olarak, hep güçlüye, maddi
zenginlikleri elinde tutan ve yitirmek istemeyenlere hizmet eder de ondan.
Yasaları yapanlar hep güçlülerdir ve tüm denetim mekanizmaları da onların
elindedir. Bugün artık, bilincimizi bırakın, bilinçaltımız bile ellerindedir.
Şiirin, bu cangılın içinde ayrı bir yeri olduğuna, hâlâ içimizdeki ilkel’i,
yozlaşmamış olan saf yanı açığa çıkarabilecek, uyuyan özümüzü uyandırabilecek
güce sahip olduğuna inanıyorum. Çünkü şiirin kendisi de oradan geliyor. Bir
nemf gibi kaçgun ve uçucu, göğe ve toprağın –içimizin!- derinliklerine ait. Bu
yüzden de konformize edilmesi, ele avuca sığması zor. Hâlâ bir devrimci
potansiyele, “düyayı değiştirme” gücüne sahip. Filistinli şair Mahmut
Derviş’in dediği gibi, “şiir bir savaş uçağını düşüremez ama pilotunun
düşüncelerini değiştirebilir.” Böyle bir güce sahip olan, bir de aşk var belki.
Aşk ve şiir bugün hâlâ tabulara, verili olana; paraerkil, ataerkil ve
cinsiyetçi kodlara, tek kelimeyle kurulu düzene meydan okuma, onu sorgulayıp
sarsma, taşlaşmış yapıda gedikler açma potansiyeline sahip iki güç.
(Buraya
ilk parantezimi açıyorum. “Her şeyin ama her şeyin tüccarların elinde olduğu”,
popüler kültürün toplumun tüm hücrelerine nüfuz ettiği bir çağda şiirin bu
kirlilikten nasibini almadan duracağını/kalacağını düşünmek elbette safdillik
olur. Ayrıca şiiri tarihsel boyutundan
ayırmak, tabulaştırmak, aşkın bir boyuta yerleştirmek de doğru değil. Her iki
tuzağa da düşmemek, kendimizi muhalif bir yapının/söylemin parçası içinde
görürken/sayarken bir anda düzenin bir parçası oluverdiğimizi görmekten
kaçınmak, bunun için de belki biraz uzaktan bakmak/uzağa düşmek, uzağa
düşmekten/yalnız kalmaktan korkmamak, yeni karşı koyma yolları/kaçış çizgileri aramak/bulmak
gerekiyor olabilir bugün. Tam burada, Calvino’nun Görünmez Kentler’inin Sunuş
yazısında aydınlar için söylediklerini şiire/şaire de uyarlamak mümkündür
belki: “Aydın (şair) sürekli muhalefette olmalı, her türlü düzenle bütünleşmeyi
reddetmeli, sosyal gerçekleri bütünlüğü içinde daha iyi görüp
değerlendirebilmek için kendisini uzaklara taşımalıdır,” diyordu Calvino.)
Adorno,
“Lirik Şiir ve Toplum” başlıklı yazısında “Lirik tinin maddi şeylerin üstün
gücüne karşı o çok kişisel muhalefeti, dünyanın şeyleşmesine karşı, modern
çağın başlangıcından, sınai devrimin hayattaki baskın güç hâline gelişinden
beri insanların meta tahakkümü altına girişine karşı bir tepki biçimidir” der
ve bu tepkiye örnek olarak Lorca ve Brecht gibi şairlerin yanısıra Rilke’nin ve
“her türlü burjuva duyarlılığının suratında tokat gibi patlayan lirik şiirler
yazıyordu”, “kitlelerin hakikatine herhangi bir ‘yoksul halk’ şiirinin
olabileceğinden daha sadıktı” diyerek Baudelaire’in de adını anar.
Aynı
Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” demişti. O günden bugüne daha kaç
Auschwitz yaşandı! Dünya koskoca bir Auschwitz kampına dönüştü. Kuşatıldık.
Albert Camus’nun Başkaldıran İnsan’da yaptığı biraz da mazlumun zâlime dönüşme
potansiyeline karşı bir uyarıydı ve yüzyılın son yarısı onun öngörüsünün
gerçeğe dönüştüğü bir zaman dilimi oldu. Belki de en çok şimdi gereksinimi var
dünyanın şiire. Saf’kan şiirle safları sıklaştıran şiirin, içinde yüzdüğümüz
deryayla içimizde yüzen deryanın birbirine karışıp katışmasına. Bunun için de,
-bugün kültürel hegemonyanın bir parçası hâline gelmiş olan popülizmin ve dahi
pasifizmin dört başı mâmur ve mâmul tuzaklarına düşmeksizin- tavrı ve
duruşuyla, sırasında eylemiyle, gerçek anlamda “muhalif” olabilecek bir şiire/şaire
gereksinim var. İktidar talebi olmayan, küçük hesaplar peşinde koşmayan, aydın
kimliğiyle sanatçı kimliği birbiriyle örtüşen. Şiir gökten zembille inmiyor
çünkü ve hepimiz içinde yaşadığımız toplumun ve çağın ürünleriyiz. Turgut Uyar
boşuna “şiir çıkmazda, çünkü insan çıkmazda” demiyordu. Hakiki ve has olana
gereksinim var. Dünyayı iyi okuyana. Özgür ve gür olana. Sanatçının-şairin
biraz kendi acılarından başını kaldırıp dünyada yaşanan acılara;
toplumsal, siyasal ve ekonomik olana; güne, tarihe ve geleceğe bakması
gerekiyor. Karnının tok, gözünün kara olması, zalimin değil mazlumun yanında
yer alması, her koşulda aklının ve “vicdan”ının sesini dinlemesi
gerekiyor. Yapay gündemlerin kuyruğuna takılmadan kendi gündemini
yaratabilmesi gerekiyor. Ve dahi, “yeryüzünün neresi ağrırsa benim de bir
yerim ağrır” diyenlerden olması gerekiyor. Ritsos bunun için “Benim yaşamım,
politik yaşamım şiirim kadar önemlidir. Bir ‘Ritsos mitosu’ varsa, bu sadece
şiirden oluşmamıştır” diyordu. Aynı zamanda bir şair de olan Vietnamlı Ho Şi
Minh bir şiirinde “Şairler de savaşmasını bilecek” diye, bunun için. Nâzım
bunun için hâlâ bir mitos.
(Buraya
bir parantez daha açıp bir soru alınabilir belki: Şairin aynı zamanda “aydın”
olmak gibi bir görevi de var mıdır, ille de toplumsal ve siyasal belirteçlere
sahip olmak zorunda mıdır şair kişi? Somuta dökecek olursak, Ahmet Haşim mi
daha çok şairdir, yoksa Nâzım mı? Neruda mı, yoksa Ezra Pound mu? Bu soruya
salt poetik ölçütler göz önünde tutularak (artık bu ne derecede mümkünse!) da
bir yanıt vermek mümkün, şairin hayatını, kişiliğini, kimliğini şiire/şiirine
dâhil ederek de. Ben ne zaman bu soruya bir yanıt arasam, her büyük/gerçek
şairin çok özel bir ruhla donanmış olduğu gerçeğiyle, bu gerçeğin içinde de,
yalnızca kendi içindeki zaman ve ülkenin işçisi (ve kralı) olma hâliyle
karşılaştım. Ve inandım ki, hepsi özünde muhaliftir gerçek sanatçıların. Çağın,
zamanın, günün, güncelin ötesindeki, o en derindeki ince tele dokunmayı, oradan
bakmayı/görmeyi, “yer”in ve yerliliğin kalabalık korosuna karşın yabanıl sesler
çıkarmayı bilmişlerdir.)
Şiir
dili özü itibariyle zaten muhaliftir. Şiir ve şair her devirde tehlikeli
görülmüş, susturulmaya çalışılmış ve iktidarlar evvel ezel sözcüklerin gücünden
ürkmüşlerdir. Franco faşizminin bir duvarın dibinde kurşuna dizdiği
Lorca, ömrünün büyük bir kısmı sürgün ve hapislerde geçen ve ölümü de bu yüzden
olan dev şair Neruda bunun capcanlı örnekleridir. Sergey Yesenin ve Mayakovski,
belki de içlerindeki muhalif ruhu susturamadıkları için ölümü seçmişlerdir.
Burada aklıma şair Adnan Satıcı’nın “Bugünün sanatçıları çağının tanığı değil,
sanığı olmak zorundadır” sözü düşüyor. Kendimize sormamız gereken bir soru var
sanırım: Bugün niçin şairler çağlarının bırakın sanığı, tanığı bile olamamaktadırlar?
İşte bu sorunun üzerine cesaretle gidebilendir şair.
Kulaklar
tümden paslanmadan ve gün gelip dilimizi hepten lâl kılmadan acı! Unutmayalım:
Ölümsüz olan Pir Sultan Abdal’dır. Hızır Paşa ise zulmün adıdır sadece.
(Not: Parantez
içindeki bölümler yazıya -yazının yeniden gözden geçirilmesi sırasında-
sonradan dahil edilmiştir.)
Güncellenmiş biçimiyle, Adalya Kültür Edebiyat Seçkisi'nin Yaz 2017 sayısında yayımlandı.