11 Ağustos 2018 Cumartesi

"Gurbet Ne Yana Düşer Usta?"*

Ofra Amit                                                                                                                                                                                                                                                                                              






























                                                                  "Esîr-i gurbetiz biz, senden özge âşinâmız yok"  (Fuzûlî)
                                                                                                                         

Gurbet! Yüklü bir bohça kadar hafif, biber oyalı bir mendil gibi ağır… Yanı yöresi şiir alaz’ı, şiir ala’sı bir sözcük! İşte Nazım Hikmet, Turgut Uyar’ın “Büyük Gurbetçi”si o büyük şair, yine memleketinden uzak, durmuş da Varna kıyılarında, “burda yeşil biber acı mı acı” diyor; diyor ve dağlıyor yüreğimizi, “bana da böylesi gerek!” diyende. Bazı dizeler böyledir işte; acıda, sevinçte, öfkede hep hazır kıta, dilimi(zi)n hep ucunda. Vardır benim de öylesi dizelerim, nasıl olduysa olmuş, yerleşmiş oracığa ama buldu mu da suyunu toprağını, pıt diye açılıveren. Şu andaki gibi tıpkı:  “Burda yeşil biber, acı mı acı!” 

Bu yazıda onlardan, dilimin ucundakilerden bahsedeceğim. Gurbet dendikte aklıma düşüveren, yediveren gülü gibi açı-açıverenlerden. Kimler neler yazmış şimdiyece, gurbet kime ne demiş, kim gurbete ne? Kiminin ipini az çekmek lâzım, kiminin durup üflemek biraz tozunu. Eklemeli: Dilim döndüğünce. “Yağız atlar kişnesin” o halde, “meşin kırbaç şaklasın.” “Gurbeti gönlümüzde duya duya”, durma düşelim yola.

Ama ne güzel sözcüktür değil mi, “gurbet”? Gurbeti katlanılır kılar handiyse, söylenişindeki bu lezzet. Bizdendir, bize özgüdür. Türkü kokar, Türkçe kokar, Türkiye kokar bu yüzden. İçinde sadece yabancılık, uzaklık, özlem, yoksunluk değil; kır çiçekleri, duvara asılı bağlamalar, tren çığlıkları, ucu yanık mektuplar ve daha neler neler saklar. İçli’dir, gözü yaşlı-gönlü yas ama “çıkıp ele karşı ağlamayacak” kadar gururlu da sanki. Bağrı yanık sözcüktür vesselam; tüter durur bir ucundan, bir ucu düğüm.

“Gurbet” bizimdir, bizdendir, bizim yarattığımız bir sözcüktür. Bir yaman haldir ki, nasıl sığsındı başka sözcüğe? Bir de: Dâüssıla. Kim bizim insanımız kadar incecik, bizim insanımız gibi kopkoyu özler “memleket”ini? Gurbet bizimdir, bizdendir ya, onun karşıtı, em’i ilacı “sıla” farklı mı? Bazı Latince kökenli, İngilizce ya da Fransızca terimleri aynen alıp kullanırız hani, tam karşılığı yok Türkçe’de bahanesine sığınıp; Türkçe’de ya da Türkçeyle yüzyıllardır hemhal olup halimizce helmelenmiş, bizdenleşmiş öyle sözcükler vardır ki, başka hiçbir dilde bulamazsınız onların da tam karşılığını. Gurbet gibi, sıla gibi, dâüssıla gibi.  Halkın kendi öz değirmeninde çekip kendi terini kokusunu, hasretini yasını, tuzunu baharını, kendi kışını kendi yazını kattığı sözcüklerdir bunlar.

Kan çeker gibi çeker mi gurbet? Çekermiş meğer. Gurbet çekermiş, gidilirmiş. “Nerde karnın doyarsa vatanın ora”ymış. Anar gibi yaparmış ya, anmazmış kimse yoksulluğun, mecburluğun adını. Ah! Karışır halkın dilinde sevgiyle sövgü, ilençle tevekkül. Biri var ki söylemiş, almış yürümüş sonraki. Hangi yarasına merhem etti kim bilir?  Kime kin etti, kime razı geldi? Bazısı bilinir de, bazısının derindir zulası.

Gurbete “çıkılır” da, “düşülür” de. Türküler dolusudur. “Bir yiğit gurbete gitse, gör başına neler gelir.” Türkiye’de 1950’lerden sonra ivmesi giderek artan, kendini daha çok köyden kente akın şeklinde gösteren iç göç ne çok acı getirmiştir beraberinde, ne çok düş kırıklığı! Peki yürek yangınını en iyi ne soğutur? Elbette türküler! “Gönül gurbet ele varma/ Ya gelinir ya gelinmez/ Gurbet elde kıymetimiz/ Ya bilinir ya bilinmez” diyen Karacaoğlan’dan, “Gurbet elde bir hal geldi başıma/ Ağlama gözlerim mevla kerimdir” diyen Pir Sultan’a, nice halk ozanı ve onlardan el almış, kavı halkın yürek cönkü olan nice türkü.  “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun?”dan, “Gitti yârim gurbet ele gelmedi”ye, “Pencereden kar geliyor, aman annem, gurbet bana zor geliyor”a, nice “yâre”!

Bir de “gurbetçi”lik vardı, değil mi? 1960 ve sonrasında, Türkiye’den Almanya’ya işçi olarak giden ilk nesille birlikte dilimize yerleşmiş olan. Ne yuvalar dağıtmış, ne acılar suvarmış, ne zorluklar-ne horluklar yaşatmıştır halkımıza Almanya gurbeti! Nice yaratıya konu olmuştur sonra; öyküler, romanlar, sinema filmleri; say say bitmez.

Aysel Özakın’ın “Gurbet Yavrum”unu, Bekir Yıldız öykülerini, Nihat Behram’ın Gurbet’ini anmadan olmaz. Gurbet dendiğinde aklıma bir koşu gelenlerden biri de Refik Halit Karay’ın Gurbet Hikâyeleridir.  (Unutulur mu hiç! Türkçeyi onlardan öğrenmedik mi biz?) Eskici’deki (ki ilk “gurbet” öyküsüdür belki de okuduğum), hem öksüz, hem yetim, hem diline-yurduna hasret küçük Halil nasıl konuşuvermişti birden, “çiviler ağzına batmaz mı senin?” diye. Çiçek gibi açıvermişti ağzında Türkçe. Sonrası hüzün… Var mı hatırlamayan?

Sonra Orhan Kemal’in aynı adlı romanından uyarlanmış, 1964 yapımı bir Halit Refiğ filmi olan “Gurbet Kuşları”… Naif ama eli yüzü düzgün bir filmdir Gurbet Kuşları. Bir ailenin Anadolu’dan İstanbul’a savruluş öyküsüdür, belki de göç konusunu işleyen ilk filmdir Türk sinemasında. Sonra bozkırı çığlık çığlığa kat eden kara trenler gelir aklıma; tozlu otobüsler, kalabalık otogarlar, sallanan mendiller; şimdilerde iktidarın özelleştirme planları yaptığı güzelim Haydarpaşa Garı ve onun ünlü merdivenleri… Nazım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları gelir.

Şiire, şiirimizdeki gurbet kokulu dizelere geçmeden önce, Behçet Necatigil’in burçlarından, o burçların ilki olan “gurbet burcu”ndan söz etmeden olmaz. Necatigil bir yazısında, -“burç”un gökteki ve yerdeki  iki anlamından da vaz geçmeden,- şairin şiir yolculuğunu üç burca ayırır: Gurbet burcu, hasret burcu ve hikmet burcu. Bilenler bilmeyenlere anlatsın, dileyen açsın okusun yeniden anlamlarını bu üç şiir burcunun ama ben şunu deyip geçeceğim, -gurbet’in Necatigilcedeki anlamını bir yana koyup-: Necatigil’in şiirinde somut anlamda gurbet yoktur ama gurbeti içinde şairlerimizdendir o. Çünkü her gerçek şair, Gülten Akın’ın o çok sevdiğim, “Ne cehennemi ne cenneti/ gurbeti de sılası da içindedir insanın” dizelerindeki gibi, gurbetini kendi içinde taşır. Ya da, daha doğrusu, gurbeti ya da sılası yoktur şairin. Şairin  gerçeğinin yalancısıdır çün dünya, kuyruklusundan hem de. Şair bu dünyanın yabancısıdır, sürgünüdür, haymatlosudur. Kimi kez de, bir yerin asıl yerlisinin bile olmadığı kadar yerlisi o yerin. Şairi en güzel anlatan tamlamalardan biri de Metin Altıok'un "yerleşik yabancı"sı değil de nedir? Her yerlidir şair ya da hiçbir yerli. Hem neresi cennet, neresi cehennem; neresi sıla, neresi gurbet; kim bilebilir? Kendi doğup büyüdüğümüz yerde olsun, gurbet bildiğimiz yerde olsun, alıştığımız-alışamadığımız, bize ait olan-olmayan ne çok şey vardır! Sonra bakıp göğe, yıldızlara, o dev kubbeye, kendi şuncacık sılasına, şuncacık gurbetine şaşmaz, şaşırıp da kalmaz mı insan?

“Gurbete eğimli olan çocuğun/ Özleme eğimli olur annesi” diyen de Gülten Akın. Bir de, bir yerli olamama, yerleşememe, oradan oraya savrulma hâli var ki bakın onu da nasıl anlatıyor Gülten Akın, “Kadın Olanın Türküsü”nde: “Her bahar, her yaz gurbette Sılaya dönmesi olur velâkin Ne sılamız belli ne gurbetimiz (…) Karıştırdık sıla nere, gurbet hangisi Bizim gibi gurbetçi görülmemiştir”

Zorluklar, zorunluluklar, sürgünler, tayinler…  Isınıp benimseyemeden bir yeri; perdesini yeni asmış, alışmışken tam konusuna-komşusuna; bir şehirden  ötekine savrul dur. Çocuklar varsa, hele kendi de çalışıyorsa, kadının yükü denklerce ağır. Nazım mı? "Tepeden tırnağa  hasret, tepeden tırnağa ümit”, tepeden tırnağa gurbettir zaten. Özler durur ülkesini, dilini, insanlarını. Bir yandan da dünyalıdır, yani her yerli. Turgut Uyar, “Büyük Gurbetçi” adlı o unutulmaz şiirinde “Gurbet bir yazgıdır ulusuna/ Güneşe çıkmak gibi, alın teri bilinir/ Gurbet bilinir, bir duyarlıktır, bir meslektir” der ve şöyle anlatır Nazım’ı:

“Eskimezsin bir mayıs serpintisi gibi Bir mayıs serpintisi ki sağlıklı Ağustos günlerini hazırlayan. Güllerini Sürer gurbetçiliğin. Halksız bir yazarın acısını taşıyan Kalebent bir şehzade gibi mahzun Börklüce gibi sabırsız haklılığında.”

Ah! Gurbet dedik… Şiir dedik! Hangi ülkenin şiiri bizimki kadar dalgalanmış, bin bir kılığa girmiş, hatta ki dili bile değişmiştir? Gurbet bir bakarsın Yahya Kemal’in dilinde “Gurbet nedir bilir mi o menfaya gitmeyen? Ey gurbet, ey gurubu ufuklarda bitmeyen” olur, bir bakarsın Enver Gökçe’nin dilinde, elle tutulurca somut, hayatın ta içinden bir “İnsanlar gidiyorlar/ Gurbete,/ Şehire,/ Kâra./ Sen bir efkâr gelmiş de ağlıyorsun.” yazıklanışı. Bir yanda Faruk Nafiz Çamlıbel’in Gurbet’i, bir yanda Orhan Veli Kanık’ın Yol Türküleri. Az ötede de Kemalettin Kamu’nun Gurbet Geceleri. Ya Cahit Külebi’nin, yâre “Sabret!” deyişi: “Ben kanadı kırık bir kuş değilim/ Döner bir gün gurbet ellerde kalan”. Hangisi daha çok gurbettir ya da daha çok şiir, kim bilebilir? Kimi şair için imgedir gurbet, kimisi için simge. Kimisi içinse adlı adınca gerçek! Refik Durbaş “Çırak Aranıyor” adlı şiirinde “Gurbet ne yana düşer usta/ Sıla ne yana/ Hasret hep bana/ Bana mı düşer usta?” diye sorar; Cahit Zarifoğlu’ysa “Kabul”de “De zarif inle. Ta ki huzura vardın/ Nice yıl isyan durdun gurbet kaldın” diye iniler. Bizse okur, şairin gurbetini bilir ama çokluk kendi gurbetimizi yaşarız okuduklarımızda. Ne kadar kendi gurbetimizi yaşatıyorsa şiir bize, o kadar severiz o şiiri. Ve belki bu yüzdendir, Ahmet Oktay'ın, "çoktan döndüm gittiğim gurbetlerden/ yine de/ içimde kanayan bir sılanın sesi" dizelerinin bu denli dokunması içimize.

Günümüz şairlerinden Şükrü Erbaş, “Yıldızların ülkesi var mıdır Edip?” diye soruyor, “Edip’e Yanıtı Bilinen Sorular” da: “Gecesi buz anısı kül ışığı kırbaç/ Hangi gurbet bir sürgünün yüreğini doldurur?” Sonra A. Hicri Özgören: “Ferman çıkarıldı genç ömrümüze,/ Sılada gurbet olduk” diyor, kıyısından bir çağ yangınının. Kendi yurdunda, sılada gurbet olmak da var demek, “öz yurdunda parya” olmak da. Şairin nasıl duyduğuna, nerede durduğuna bağlı.

Ne çok gurbet varmış meğer! Arife Kalender’inki “ağrıdan getirdiğimiz tuzlu gurbet”tir. Haydar Ergülen’de kar, gurbet gibi yağar, “gurbetin yorganı soğuktur, hem üşütür hem kimsenin gönlüne yetmez.” Ahmet Erhan “Ne balık, ne kuş olabildiğim şu dünyada/ Gurbetim bile yok beceremedim” diye acısını özüne yöneltir. Cevat Çapan “Sana bakıp bütün sessizlikleri ezberleyince,/ boğuk yankılarla bir sıla/ bir gurbet gibi/ yerleştiydi içime” deyip susar. Refik Durbaş için gurbet, “yüreğini dağlayan diktatörlük”tür. Ülkü Tamer’in “Antep Neresi”si baştanbaşa bir “ironik gurbet sızısı”dır. Behçet Aysan, “gurbeti hançer yapıp gezinir”. Ta ki Sivas’ta bir semenderleyin yanıp kül olana değin.
“Kâinatın Akşam Yoklamasında neler olur, neler biter, onu da Fazıl Hüsnü Dağlarca anlatsın. Yazımın sonlarına gelmek üzere olduğum şu akşam saatlerinde tam da: 

“Bir an, kaybolmuş sonsuzluğu gözyaşlarının,
Hatıraların kaybolmuş mesafesi.
Bir misafirliğin ilk manzaraları kaplar,
Ve gurbet kaplar, herkesi.”

Tanımlar başta verilir aslında, biliyorum. Ben öyle yapmadım, tuttum, avcumda kuş tutar gibi, en sona sakladım. Yok, bu tanımlar gurbetin neliğiyle ilgili bilimsel tanımlar falan değil, toplumbilim kitapları yazmıyor bu tanımları, sözlüklerde de yok. Ama gel gör ki bu iki dize, biri inci biri mercan, sayfalar dolusu araştırmanın, ciltlerce kitabın yapamayacağını yapmış, yapıp da bir çırpıda koyuvermiş önümüze, gönlümüze. Biri Cemal Süreya’nın: “gurbet yavrum, garba düşmektir gurbet”, diğeri Yüksel Pazarkaya’nın: “incindiğin yerdir gurbet”.

Bu dizelerin üzerine daha ne denir? Bu dizelerin üzerine bir allı turna olup uzak uzak uçulmaz mı? Bu dizelerin üzerine, “kuşkanadı kalem olsa, yazılmaz benim derdim” deyip de, bir güzel susulmaz mı? Bir de, akşamın şu alaca vaktinde, bir başka akşam alacasına gidip, bir türlü bitirilememiş bir öykünün satırları arasında usulca dolaşılmaz mı?: “Kışla baş başa kalmayan, bir sac sobayla hiç cebelleşmemiş, kılıç kalkan hiç vuruşmamış, o sac sobanın üzerinde dumanı tüte tüte çay demlememiş kişi kışın ne olduğunu bilmez. Gurbetin ne olduğunu hiç bilmez. Bana hâlâ öyle gelir.”

Ne yapalım? “İncinmeden incisi açmaz/ ne hayatın ne dilin!” diyelim ve kapayalım şimdilik bu bahsi. İnsanoğluna remil açmışlardan birine, Behçet Necatigil’e bırakarak son sözü:  “İnsanın en şaşmaz falını hikmet burcu gösteriyor; çünkü gurbetler geçici, hasretler geçici ve ebedi insan hikmet burcunda yaşıyor.” Bir başka gurbete kadar… Şiir ola!

*Başlıktaki dize: Refik Durbaş

Perihan Baykal

Beşparmak Dergisi, Temmuz-Ağustos 2013 
Adalya, Güz 2017

Aşkın Küçük Sandal(lar)ı...

AŞKIN KÜÇÜK SANDAL(LAR)I...* Bu konuyla ilgili yazma önerisi bana geldiğinde ilkin biraz irkildiğimi itiraf etmeliyim. Tam da yeni bir şiir...