“IN ILLO TEMPORE”den, “ŞİFAAAĞ”a: “GÖK DERİNİN ALTINDA”*
“Yazarın
görevi mitleri ölümden kurtarmaktır.”
Michel Tournier
Michel Tournier
Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği’nin ilk
bölümünde, akıl ile mitoloji arasındaki karşıtlığı vurgulayarak, uygarlığın bizi
yalnızca söylencesel düşünmenin çokanlamlılığından değil, her türlü anlamdan
nasıl yoksunlaştırdığının, aklı nasıl araçsallaştırıp her şeyi kuşatan
teknoloji aygıtının emrine verdiğinin izini sürerler. Düşünürlere göre, tarihöncesine
ait her canlı hatıra binyıllar boyunca uygulanan en acımasız cezalarla
insanların bilincinden kazınmıştır. Ne pahasına olmuştur bu? Bugünden
baktığımızda çok net bir biçimde görebildiğimiz üzere, elbette mutluluğumuz pahasına. Kapitalist ekonominin, teknolojinin, uygar dünyanın temelinde doğa
üzerindeki toplumsal egemenliğin sürdürülmesi zorunluluğu yatar ve insan
kendinin (de) doğa olduğunun bilincinden bir kez uzaklaştı mı, uğruna onca
özveride bulunduğu ‘ilerleme’ye yönelik tüm çabalar, paradoksal bir şekilde
kendini hükümsüz kılar. Doğa üzerindeki tahakkümümüzün artması, sistemin
insanlar üzerindeki tahakkümünün de artması anlamına gelir çünkü ve bu da, sakatlanmış;
özünden, kökeninden, can suyundan uzaklaşmış; doğaya ve doğasına yabancılaşmış
bireyler demektir.
“İlerleme bizi doğru yöne yöneltiyor mu?” diye soruyordu
Tarkovski. “Gelişme dümdüz yollar inşa
eder, gel gör ki gelişmemiş, eğri büğrü yollardır dehanın yolları” diyordu,
Cennet ve Cehennemin Evliliği”nde William Blake. Onların bu dünyaya hep ilk kez görür gibi
bakan, gördüğü her şeyi yeniden değerlendiren, giydirilmiş anlamları ters yüz
eden, alışılmışın dışındaki yalvaçsı bakışları çok şey söylüyor bize. Bu bakışa
gereksinmemiz var. Yalnızca geniş otobanlara değil; eğri büğrü yollara, sapaklara, patikalara,
yeni çığırlara, çığırından çıkmalara da gereksinmemiz var. En önemlisi de, yönümüzü, dünyanın dört bir
yanına diktiğimiz bütün o yön tabelalarını yeniden sorgulamaya gereksinmemiz
var.
Bütün bunları niye yazıyorum? Çünkü kendime, durduğum yerden “Gök Derinin
Altında”ya doğru bir yol açmaya, bir güzergâh belirlemeye çalışıyorum. “Gök
Derinin Altında”, son yıllarda kadın yazarlar arasında dikkati çeken bir isim
olan Nazlı Karabıyıkoğlu’nun yayımlanmış beşinci kitabı. Günümüzde bir yerlerde
başlıyor/ geçiyor görünse de, bir noktadan sonra zamansal ve mekânsal anlamda
boyut değiştiren, sınırlardan azade, zamansal ve uzamsal olarak geçişken, alegorik
denebilecek dünyalar kuruyor öykülerinde Nazlı Karabıyıkoğlu. Mitler, arketipler,
efsaneler, dinsel meseller ve mesel kişileri, pagan inanışları ve şaman
ayinleriyle bezeli; ilkel ve ilksel olan tarafından –adeta- ele geçirilmiş;
içimizdeki ilkel’i, ilksel olanı uyaran, çağıran, hattâ bağıran öyküler bunlar.
Dilin riyasından bezmiş de rüyasına talip; içine dünya kaçmış bir kulak gibi,
huzursuz bir nabız gibi, zonk zonk zonklayan öyküler. Nazlı Karabıyıkoğlu,
araçsallaşmış aklın bizi betona, kapitalizmin takırtılarla işleyen çarkına,
dijital cennetlere zincirlediği modern zamanların içinden eğri büğrü yollar
açmaya çalışıyor bize. Kazanlar kaynatıyor; kurban kanları akıtıyor; ruhunu,
büyüsünü, bütünlüğünü yitirmiş bir dünyaya, doğaya ve doğasına yabancılaşmış
insana orman kokulu yadırgı nefesler üflüyor.
Biçimsel olarak, dört bölümden oluşuyor “Gök Derinin
Altında”, her bölüm de kendi içinde dört öyküden. Bağdaşık, tematik bir
bütünlük oluşturan, görünmez iplerle birbirine bağlı, aynı görünmez partisyona
tâbi dört bölüm ve on altı öykü. Bu yazıyı hazırlarken, kitabın omurgasını
oluşturan bu geometrinin bilinçli bir tercihe ve belli bir maksada dayanıyor
olabileceği düşüncesiyle, kişisel olarak bu tür inançlarım olmamasına karşın,
“dört” rakamının ezoterik anlamına bakma gereği duydum. Minik bir araştırma
beni, rakamın, genel olarak, iki dişil ve iki eril enerjinin birleşimini ve bu
birleşim sonucunda oluşan bir dünyayı temsil ettiği bilgisine götürdü. Kitapta,
isim tercihlerinden mitolojik ögelere kadar, bu türden birçok simgesel ayrıntı
mevcut. (Dört bölüm, monoteist dinlerdeki dört büyük meleğe tekabül ediyor
örneğin: Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail.)
Kitabın bütünsel meramı göz önünde tutulduğunda, bazı yerine oturmayan
ayrıntılara, bulanıklıklara, anakronik karmaşaya karşın (ki, bir sanatsal
yaratıda doğaldır da bu), bu tercihlerin bilinçli tercihler olduğu, belli bir
plan dahilinde yapıldığı çok açık. Bu uyuma, kitabın adı da dâhil. Kulağımıza,
“kozmosun ve insan ruhunun derinliklerinin oluşturduğu ikili evren”e dair
sırlar fısıldayan; doğanın bir parçası oluşumuzu, içimizle dışımızın
“bir”liğini, dışımızdaki doğayla içimizdeki doğanın birbirinden ayrılamazlığını
vurgulayan ve kitabın tematik bütünlüğüne yakışan bir isim, “Gök Derinin
Altında”.
Baştan söyleyelim, bu öykülerin içine girmek hiç de kolay
değil. Alışkın olmadığımız, yabancısı olduğumuz, daha doğrusu yabancılaştığımız,
belleğin unutkanlığına terk ettiğimiz, ayak izlerimizin çoktan silindiği bir
dünya çünkü anlattığı. Orda olduğu bilinen ama söz birliği etmişçe hakkında
konuşulmayan. Vahşi, ötelenmiş, hasıraltına itilmiş. Bu öyküleri okumak bir
“ang”a, bir şaman ayinine ilk kez katılmak, bir ayini ilk kez izlemek kadar
tekinsiz ve irkiltici, ama bir o kadar da merak uyandırıcı. Mevcut önyargıları,
ahlaksal çerçeveleri, numarası fi tarihinde belirlenmiş bütün o numaralı gözlükleri,
yumuşak terlikleri çıkarıp geride bırakmayı gerektiriyor. Öte yandan, dil, gidimli
dilin alışkın olduğumuz raylı sisteminden bir anda çıkıp kaotikleşebiliyor da. Anlatılamayanı
anlatmak söz konusu olduğunda şiirselliğe değil de, kısa, kesik, sayıklamalı,
dil ögelerinin birbirine karışıp karmaşıklaştığı bu kaotik dile yaslanıyor
yazar. Dişil, belki daha çok cinsiyetsiz, -cinsiyet kodlarının çok öne
çıkmadığı, belirsiz olduğu-, zaman zaman sertleşebilen bir dil bu. Bu açıdan
da, kolay bir okuma değil, okuru bekleyen.
Bu öykülerde Rimbaud’nun, “Kutsal Borazan O, yaban
çığlıklar, gürültüler,/ Meleklerden, acunlardan geçmiş sessizlikler” dediği
gürültü ve sessizlikler var. Omegalar, Alfalar, mor ışıklı gözler, mor gözlü
kadınlar, ruhunu arayan bedenler, bedeninden ayrı düşmüş ruhlar var. Dünyanın
dağılmışlığı, parçalanmışlığı; ikiye, dörde, bin parçaya bölünmüşlüğü; bütünlenmeye
duyduğu özlem, göz göz yaralarına şifa arayışı var. Farklı öykülerde karşımıza farklı suretlerde
çıkabilen; kadın, erkek, çoğu kez cinsiyetsiz ya da çift cinsiyetli kahramanlar,
bir bakıma anti-kahramanlar var. Bir yanı Daphne, bir yanı avcı Artemis; amazon
ve anaç; Santor’dan olma, Kybele’den doğma kadınlar var. Aracı ruhlar, ateşi
diri tutmanın sembolü ihtiyar Ulaynalar ve Manuşkalar, uygar yaşamın nevrozuna
bulanmış libidolar, doğuma ve ölüme biçilen yeni anlamlar var. Sözümona uygar
yaşamın, modern şehirlerin klostrofobik atmosferi de var; geniş ve kadim
topraklar, yün ve toprak kokan şaman çadırları da. Sonra, kadınlık (ve
erkeklik) rollerinin kabulü ve reddi; sürekli bir ambivalans, araf hâli var.
Şiir yok mu? Olmaz mı, -“şiir, insanın mantık öncesi düşünme biçimidir” diyen
Eliot’a kulak verecek olursak hele-, şiir de var. Kitabın bütününe yayılmış
olarak da; birkaç öykünün başında, epigraf olarak da.
Sanatta yaratıcılıkla birlikte, cinsellik, ölüm, doğum, doğurganlık,
biyolojik ve toplumsal açıdan cinsiyet rolleri, ahlaki ezberler gibi konular
yazarın başlıca sorunsalları arasında. Ancak Karabıyıkoğlu bunu klişelere
dayanarak, adını koyup çerçeve içine alarak, bize açık, tekil ve yalınkat
yanıtlar sunarak değil, sezgilerimize seslenerek, bizi, gördüklerimizi bir
anlam bulutsusunun ardından seçmeye çalışmak zorunda bırakarak yapıyor.
Öykülerde bolca yer tutan şamanik coğrafyalar ve zamanlar gibi, bize başka,
tanımadığımız, yabancısı olduğumuz bir dünyadan sesleniyor ve arada bu dünyanın
kapılarını pencerelerini açıp okuru “cereyan”a tutmayı da ihmal etmiyor.
Öykü kişileri arasında sanatçılar, bunlar
arasında da özellikle şair ve yazar olanlar dikkat çekiyor tabii. Fallus’taki
romancı Sinan, Noli Me Tangere’deki şair Mikail ve Şifaaağ’daki, bir yaratıcı
yazarlık kursuna devam eden (ve onun, alter ego’su, dişil yanı, “şifacı”sı olan
Efsun) diğerleri arasında ayrıksı bir yerde duran öykü ve öykü kişileri. Sinan
son romanını yazmak için yazacağı konuda bilgiye ve ilham kaynağına gereksinim
duyan, bu süreç içinde eşiyle birlikte inzivaya çekilmiş tanınmış bir yazar;
Mikail, ete ve şöhrete doymuş, “artık sığınacağı biri, bir hayvan ya da ağaç
dibi arayan”, “şiir ödüllerinin jüri toplantılarının tekdüzeliğinden,
İstanbul’un hengâmesinden sıyrılıp (…) şiirden ötede, söylenen ilahilerin
ahenginde kaybolup kendinden geçmeyi bir kadının içine girmekten (artık) daha
çok isteyen”, maskülen yapıda, yine tanınmış ve muteber bir şair; Rafet,
çevresindeki sahteliklerden usanmış, yaptığı seçimlerden hoşnutsuz, yeteneğine
yeterince güvenemeyen genç bir yazar adayı. Yazar ve şair karakterlerin tümünün
de erkek olması oldukça düşündürücü görünüyor. Dişil olanı küçümseyen, dişi
yanını unutmuş, ötekileştirmiş, kendisinin de doğa içindeki doğa olduğunun
bilincini yitirmiş, gücün ve güçlünün güdümündeki maskülen bir dünyayı, bu
dünya içinde erkeğin yarımlığını vurgulamak adınadır bu seçim belki. Öykülerde
şaman ya da şifacı olarak beliren karakterler ya kadındır ya da cinsiyetleri
vurgulanmaz çünkü. Erkek eksik olandır, devreye giren dişil ruh bu eksikliği
tamamlayarak ona ruhunu, modern yaşamın körelttiği yaratıcılığını iade eder. Kuruyan,
kavrulan, her gün biraz daha kuraklaşan; ruhunu, efsununu, doğayla bağını yitiren
bir dünyaya, yeniden doğma, içindeki ve dışındaki doğayla barışma, en önemlisi
de, özgürleşme olanağı bağışlayacaktır bu buluşma.
“Gök Derinin Altında” hem ağıt, hem umut olan; bizleri gerçek
varoluşumuza, köklerimize dönmeye davet eden; boynunda bir kam davulu, elinde
bir tokmak, algılarımıza, ezberlerimize, önyargılarımıza okkalı darbeler
indiren bir kitap. Olanı biteni ters yüz ediyor, altını üstüne getiriyor dünyanın.
Ve göğün bittiği yerde, hep yeni bir gökyüzü başlıyor.
*Gök Derinin Altında, Nazlı Karabıyıkoğlu, İthaki Yayınları, 2017
Perihan Baykal
Perihan Baykal
http://postdergi.com ve Çini Kitap'ta (Mart-Nisan 2018) yayımlandı.