19 Eylül 2018 Çarşamba

Düş Derdim Düşler Derdim - I

Anne Marie Zylberman

DÜŞ DERDİM DÜŞLER DERDİM - I
Anne, o masalı anlat yine bana...

Durun!.. Kulaklarım işitmez oldu sesten. Susun!.. Burgaç gibi içine çekiyor sözcükler… Gerçek nerde? Sözcüklerde mi? Aradığım “gerçek”ti benim, elimde fener. Kâh içime çevirdim, kâh dışıma ışığı… Unuttum her ne gördüysem, hep yeniden başladım arayışıma. Ah, belleğin gizli bahçeleri!.. Kuytu köşeler… Loş çardaklar ki hanımeli ve aşk kokar ayışığı altında. Üstü gelişigüzel örtülmüş tuzak çukurlar… Karanlık ağızları mağaraların. Bellek!.. Düşlerde yırtılır saten örtüsü gizli bahçelerin. Kimi kez ejderha ağzı gibi yutar alır içine, kimi kez tülden kanatlarla bulutlara çıkarır…

Yeryüzüne çevirdim bakışlarımı. Ne varsa içimde menşei dünya değil miydi? Daha… daha… daha… Biz mi burgacıyız dünyanın, yoksa dünya mı bizim burgacımız? Dizlerim kanıyor düşüp kalkmaktan. Uçurum kıyılarından geçiyorum başım dönerek. Uğultular geliyor zifirî ormanlardan. Ufku tarıyor gözlerim kadırgasının burnundaki korsan gibi. Katıyorum başka gözleri de gözlerime, katıyorum başka kulakları kulaklarıma, başka elleri ellerime… Daha, daha, daha… Makinelerin uğultusu, madenî pırıltılar, kalabalıklar, kehkeşanlar… Yoksa hep aynı çekirdeğin etrafında mı dönüp durduk? Yoksa bir arpa boyu muydu çağlar boyu gittiğimizi sandığımız yol?

Anne, o masalı anlat yine bana… 


***

Neydi aşk? Esaretimiz mi, cesaretimiz mi?

Neydi aşk? Anımsıyor musunuz? Sözlüklere bakmayın! Ne zamandı, geçmişti yeğni adımlarla kapımızın önünden… Ne zamandı, bir yaz yağmuru gibi boşanıvermişti en çıtkırıldım hallerimizin, en ütülü giysilerimizin üzerine?

Bir tekmeyle, sımsıkı kapadığımız kapıyı sonuna kadar açan o değil miydi? O değil miydi altın varaklara kalem gibi parmaklarıyla simden harfler düşüren hattat! Gözlerinde ateşten oklar, bir acıması yok harami miydi yoksa?

Neydi aşk? Esaretimiz mi, cesaretimiz mi? Kendimize ettiğimiz zulüm mü, yoksa has bahçelerden derdiğimiz gülümüz mü? 


***
Aç vuslatın şarabını!

Bisutun dağları külünk sesleriyle sarsılmıştı bir vakit! Aslı saçlarından tutuşup yanarken nakkaşın resmettiği nakışta değil miydi aşk?

Nakışlardaki al lâlelerin, siyâh zülüflerin kıvrımlarından duyulan içli “âh” seslerinde değil miydi? Şirin kendini yardan aşağı bıraktığında hançeresinden çıkan “âh”ta değil miydi?

Kıyamındayım ibadetimin sana!.. İşte bak, tirşe’m, divit’im, geldim huzuruna. Yıkadım, pakladım yüreğimin tüm kıvrımlarını. Aşk, sana geldim!..

Döküyorum eteğimdeki taşları. İşte yakama yapışan asalak zaaflarım, işte alev dilli ejderhalara kafa tutan gücüm!.. Yaktım küllerimi, kapındayım… Aç vuslatın şarabını. 


***

Bir kalem daha...

Ormanlar yakıyoruz… Anızlar, çayırlar, ahşap konaklar… Ayın ağılı tutuşmuş, eyvah, yüzüme vuruyor yalımı, sıçramış da son yaktığımız konağın alevden çivisi. Mavi ışıklarının gizini devasa gözlem araçlarıyla çözdüğümüz yıldızlar tutuşmuş. Nereden çıktı bu kara delikler?

Öldürüyoruz yıldızları, güneşi saçlarından tutup çekiştiriyoruz boyuna. Artık ayışığının altında neon lambaları yanıyor, projektörler gündüz gibi aydınlatıyor geceyi!.. Keçi ayaklı bir dejenere Pan elektronik müzik eşliğinde çılgınca dansediyor, yüzsüz, yaşsız ve bedensiz çirkin ruhlar ortasında. Nereye gizleyeceğiz şimdi düşlerimizi? Nerede soluklanacağız? Kaldı mı dünyanın derisinin altında bilinmedik bir son dehliz, ışıklı odalara çıkan?

Bir kalem daha kırıyorum. Asamı alıyorum elime, giyiyorum çarıklarımı. Unutulmuş, bir yerlerde el değmeden kalmış bir yıldız olmalı!.. Tırnaklarını yiyen bir kız çocuğuna cebimdeki son karamela şekerini verip düşüyorum yola. 


***

Acı... Âh acı!..


Bir adagio ağırlığında ilerliyordu zaman…

Ben adagio severim müzikte, adagio ağırlığında yaşanan aşkları ve altın rengini. Ben yüreğiyle konuşanı, ben güvercin başlarının ve göğüslerinin yuvarlaklığındaki yumuşak kabullenişi, ben şahinin bakışlarındaki yırtıcılığı. Ah bir senfonidir yaşam. Yaşamın med-cezirleridir yükselişler ve alçalışlar. Allegro çıkışlar, lav selleri gibi boşalışlar… sonra bir çavlandan düşüp usul usul akmalar… Bir kumsalın kış yalnızlığı; bir dağ başının çınlayan, ormanın uğuldayan sessizliği. Neşeli altın pırıltıları, tambur ve tef. Yaşam bir yükselip bir alçalan bir senfonidir. Her mevsiminde ayrı çiçekler açar, kokuları durmaksızın değişen.

Acı… Âh acı!.. Ne zamandır âşinayız, ne zamandır kanıma karışıp damarlarımın içinde dolaşır durursun? Oyuncak bebeğimin kolu koptuğunda ve takamadığımda mı? Anı defterlerindeki ilk aşk şiirleriyle birlikte mi? Sonu hüzünle biten ilk öykülerle mi?

İşte ağlıyorum, Nemeçek öldü!..

Gül bahçesinde Hayyam gül yapraklarına divit kalemle rubailer yazıyor. Bir kemanın yayından süzülüp acı zambak kokusuyla havaya karışan bir adagio yükseliyor ömrün hasat mevsiminden…
Perihan Baykal
Mor Taka, Sayı:5, Bahar-Yaz 2006

Aşkın Küçük Sandal(lar)ı...

AŞKIN KÜÇÜK SANDAL(LAR)I...* Bu konuyla ilgili yazma önerisi bana geldiğinde ilkin biraz irkildiğimi itiraf etmeliyim. Tam da yeni bir şiir...