(Ahmet
Hamdi Tanpınar, Huzur)
Sevgi Soysal’ın Şafak
adlı romanında anlatılan olaylar, 12 Mart 1971 askerî darbesinin ardından gelen
baskı rejiminin ülkemizdeki yaşamı bir karabasana çevirdiği ağır, sancılı günlerde
geçer. Yabana atılamayacak bir estetik değere ve Sevgi Soysal’ın kısacık ömrüne
sığdırdığı bütün içinde önemli bir yere sahip olsa da, sonuç itibariyle bir
dönem romanıdır Şafak. Sevgi Soysal’ın hemen hemen bütün yapıtlarını daha ilk
gençlik yıllarında okumuş bir okur olarak, Şafak’ı ilk okuyuşum, iki-üç yıl
kadar önce, yine bir başka dönem romanıyla, Selim İleri’nin (adıyla yine bir zaman
dilimini imleyen ve ilk basım yılı 1981 olan) Bir Akşam Alacası’yla aynı
günlere rastlamıştı. Okurken, bir yandan
bunun her iki kitap için de gecikmiş okumalar olduğunu düşünüp hayıflandığımı, bir
yandan da, aslında belki de tam zamanıdır, nesnel bir değerlendirme açısından böylesi
çok daha iyidir diye düşündüğümü hatırlıyorum. (Kim tezatlardan uzak kalabilmiş
ki! Hayatın ve düşüncenin zembereğidir onlar.) Şöyle de bir not düşmüştüm
ardından, sıcağı sıcağına: “Ortak yanlarının bilincinde olarak, heyecanla ve bu
heyecanın verdiği süratle, peş peşe okuduğum iki kitap: Biri (Şafak) 12 Mart,
biri (Bir Akşam Alacası) 12 Eylül dönemlerini sorgulayan, bunu edebiyatın
olanakları içinde, edebî dilden taviz vermeksizin yapan, iki önemli romancımıza
ait iki dönem romanı. Her ikisi de, o günlerden bugünlere, bugünün okuruna, acı
sularda çalkalanmış, mutlaka okunası potkallar gönderiyorlar. Ve bolca yürek
sızısı.”
Niyetim her iki kitabı
birden ele almak ya da bir karşılaştırma yapmak değil. Bu yazıda ele alacağım,
izinden gideceğim kitap, Şafak olacak. Ancak öncesinde, Berna Moran’ın, Türk
Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı yapıtının, “Sevgi Soysal’dan Bilge Karasu’ya”
alt başlıklı üçüncü kitabında yer alan bazı önemli saptamalara değinmek
istiyorum. 12 Mart romanları o dönemde
yaşananları, hapis ve işkence konularını gerçekçi yöntemle işleyen siyasal ve toplumsal
içerikli yapıtlardır. Denebilir ki biçim sorunlarının önemsizleştiği, estetik
özenden çok anlatılana, verilmek istenen mesaja odaklanılan romanlardır bunlar.
Berna Moran’a göre yaşanan toplumsal değişimler, ayrıca estetik yönün bu
romanlarda ikinci plana atılmış olması 12 Mart romanını belli bir dönemde ilgiyle
ama sonra ancak tarihsel değeri için okunan sosyolojik romanlar sınıfına
katmıştır. Berna Moran, yaklaşık on yıllık bir arayla gerçekleşen 12 Mart ve 12
Eylül darbelerinin toplumsal sarsıntılar yaratan ve doğal olarak edebiyatı
etkileyen olaylar olduğunu belirttikten sonra bu iki döneme ait romanlar
arasında önemli ve düşündürücü bir ayrımın altını çizer. 1980 sonrası, yalnız
Türkiye’de değil tüm dünyada solun içine düştüğü çıkmaz ve giderek daha çok
karmaşıklaşan toplumsal ve ekonomik sorunlar, yazarlarımızı bu sorunları işlemeye
elverişli yeni yöntemler, yeni içeriklere uygun farklı anlatım biçimleri
aramaya itmiştir. Böylece, 1980 sonrası edebiyatımızda köktenci bir
değişikliğe, postmodernist çizgide yeni bir anlatı türünün doğuşuna tanık
oluruz. 12 Mart’ın toplumcu gerçekçi olarak adlandırabileceğimiz geleneksel
formdaki romanları 1980 sonrasında yerini klasik anlamdaki gerçekçilikten ve
geleneksel formlardan uzaklaşmaya ve bu doğrultuda yeni biçimlere, yenilikçi/avangard
anlatılara bırakır.
Yaşam kuşkusuz sürekli
bir devinim; ülkemiz ve ülkemiz edebiyatı da bu devinimden, bu devinimin
getirdiği değişikliklerden payını almakta. O günlerden bugünlere (de) köprünün
altından çok sular aktı, ancak bu yazıda konumuz/niyetimiz bunu irdelemek
değil. Şafak’ın, gerek toplumsal gerçekçi yanıyla; gerekse içeriği, roman
kişilerinin seçimi ve olayların geçtiği zaman dilimiyle, su katılmamış bir 12
Mart romanı olduğunu vurgulamamız şimdilik yeterli. Ancak Şafak’ı diğerlerinden
ayıran, onu özgün ve farklı kılan yanları da var ve bu yazının konusunu bir
bakıma bunlar oluşturuyor.
12 Mart ve 12 Mart
romancılığı denince insanın aklına Sevgi Soysal’ın düşmemesi olanaksız. Sevgi
Soysal yalnızca kitaplarıyla değil, tüm yaşamıyla, hattâ bedeniyle geçti 12
Mart’ın içinden. Duyarlı ruhunun neredeyse kaçınılmaz kıldığı yaralar alarak
geçti. Ahmet Oktay’ın Borçlu Öleceğim Herkese adlı şiirinde üç dize vardır ki,
ilk okuduğum günden beri çıkmaz aklımdan. Orada, şiirin bir yerinde, “Sevgi’yi
iki kez ziyaret edebildim/ Mamak Askerî Cezaevi’nde” der ve şiirin devamında,
bu ziyaret sırasında Sevgi Soysal’ın kendisine söylediği iki cümleyi şu
dizelerle şiirleştirir: “’Göğsüm acıyor ara sıra’/ demişti. ‘Şuramda bir çiçek/
büyüyor sanki.’” Büyümüş, hepimizin bildiği gibi kansere dönüşmüştür o çiçek ve
genç yaşında, en verimli çağında almıştır Sevgi Soysal’ı aramızdan. Evet, 12
Mart dendikte, yalnızca yapıtlarıyla değil, ödediği bedellerle, yaşamı ve
ölümüyle de canlı bir simgedir benim gözümde Sevgi Soysal. Tutukluluk günlerini
anlattığı, Şafak’ta yer yer yansılarını göreceğimiz, Yıldırım Bölge Kadınlar
Koğuşu adlı bir kitabı vardır örneğin ve Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı
romanını tutukluluk koşullarında yazdığı bilinir. Çok fazla anlam yüklüyor gibi
görünmek istemiyorum ve gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül dönemlerinde çok ve
daha büyük acılar yaşandığını gayet iyi biliyorum; ne var ki bazı insanlar açık,
kabuk bağlamamış /kabuk bağlamayı unutmuş yaralar gibidir bu hayatta, yaşadıkları
her şeyi olağanın üstünde bir yoğunlukta, derinden hissederek yaşarlar ve Sevgi
Soysal da kanımca bu tarz insanlardandır.
Sevgi Soysal’ın,
kişisel sorunlardan siyasal ve politik konulara bir geçiş yaptığı şeklinde bir
genel kabul olsa da, ben onun bütün yapıtlarında hep aynı, yalnızca biçim ve
boyut değiştiren eleştirel bilinci, yaşanılan dönemin getirdiği düşünsel
sorunlardan uzak duramayan sorumlu aydın tavrını bulurum. Toplumda kadınlık ve erkeklik
rollerini/kodlarını sorguladığı Tante Rosa’dan beri bu böyledir. Koşulların
değişimi, toplumdaki siyasallaşma doğal olarak bilince yansımakta, bu da
sorunların ağırlık noktalarını değiştirmektedir olsa olsa. Çağının
tanığı (sadece tanığı da değil üstelik; sanığı, hattâ yargıcı da!) bir yazar
olarak, gözlem gücünü, eleştirelliğini, bireysel sorunlardan toplumsal yapıya doğru
kaydırmıştır Sevgi Soysal. Ancak onun en bireysel addedilen yapıtlarında bile
bireyselden toplumsala açılan bir duyarlılık ve en siyasi romanı
sayılabilecek Şafak’ta bile cinsellikle,
birey ve kadın oluşla ilgili alttan alta işleyen bir damar buluruz. Sorunu
kişilerle değil, sistemledir hep. Öte yandan, iktidar denince yalnızca
kurumsallaşmış olanı, yürürlükteki hükümeti anlamamak gerekir.
İktidarın/tahakküm ilişkilerinin toplumda nasıl yaygın ve içselleştirilmiş
halde bulunduğunun, faşizmin yalnızca
düşen bombalarla değil, iki insan arasındaki ilişkiyle başladığının (Ingeborg Bachmann) ne denli bilincinde
olursak, bir romanın (ya da bir şiirin, bir öykünün, bir sanat yapıtının)
bireyciliği ve toplumsallığı konusundaki yargılarımızda aceleci davranmaktan,
dar görüşlülükten, en önemlisi de önyargılarımızın tutsağı olmaktan o denli kaçınmış
oluruz.
Şafak siyasal olarak
nitelenebilecek bir romandır, siyasal romansa birtakım handikaplar içermekle
malul bir tür olarak bilinir. Bu ne derece doğrudur ya da bu yargı Şafak için
de geçerlidir diyebilir miyiz? Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı adlı yapıtında,
siyasal romanın sınırlı bir tür, sınırlı bir biçim olduğunu söyler. Çünkü
siyaset, en sonunda bizim gibi olmayanları kararlılıkla anlamama, romancılık
ise anlama işidir. Siyaset ve ideolojik bakış dünyayı biz ve onlar biçiminde
bir dikotomi içine hapseder, yazarın özerkliğini kısıtlar, romancıyı sürekli
birilerini temsil etmek ve temsil ettiği kesimden tasvip beklemek durumunda
bırakır. Oysa bir roman bittiğinde okurun aklında, (yalnızca) tarih ve anlamı
değil, insan hayatının kırılganlığı, dünyanın genişliği, âlemdeki yerimiz
üzerine düşünceler, vb. kalmalıdır. Şafak’ı okuyup bitirdiğimde, son sayfayı da
okuyup kapadığımda kapağını, öykünün bende hâlâ devam ettiği o anlarda, bundan
pek farklı değildi hissettiklerim. Ben Şafak’ı, ele aldığı konu güncelliğini
her ne kadar yitirmiş olsa da, siyasal roman olmanın handikaplarını büyük
ölçüde aşabilmiş, evrensel insan hallerini hâiz; basmakalıplıktan ve siyasal
romanın belki de en büyük açmazı klişelerden uzak bir roman olarak görüyorum. Semih
Gümüş, roman için yazdığı önsözde, “düpedüz tipik kişiler üretmiş bir dönemi
tipik kişiler olmadan anlatmayı başaran bir roman” olarak görür Şafak’ı ki bu
yargıya katılmamak mümkün değildir. Kaldı ki romanlar, sanat yapıtları, bir
toplumun alternatif belleğini oluştururlar ve Şafak ve benzerleri, arada dönüp
bakmayı, hatırlamayı gerektiren kıymetli bellek kayıtlarıdır da, aynı zamanda.
Şafak, her şeyden önce, Sevgi Soysal’ın bizzat kendi yaşamından, 12 Mart
sonrası Adana sürgününden izler taşır.
Romanın iki ana karakterinden biri olan Oya, tıpkı Sevgi Soysal gibi, bir süre sudan/yakıştırma
sebeplerle siyasal tutuklu olarak hapiste yatmış, romanın şimdiki zamanında ise
hiç tanımadığı, yabancısı olduğu Adana’da sürgündedir. (Baskın gerçekleştiğinde
bir buçuk aylık sürgün yaşamının bitmesine bir hafta kadar bir süre kalmıştır.)
Muhalif kimlikte, doğrudan olmasa da dolaylı biçimde devrimci harekete destek
vermiş, küçük burjuva kökenli bir aydındır Oya. Evli ve çocuk sahibi bir kadın
olduğu bilgisini de ediniriz bu arada. Bu
bilginin geriye dönüşler ve iç hesaplaşmalardan çok, emniyetteki sorgusu
sırasında polis müdürünün “evli, hem de çocuklu bir kadın!” suçlamasıyla vurgulanması
özellikle manidardır. Geriye dönüşler Oya’nın –önce siyasi, sonra sivil- hapis
yaşamına, hapiste tanıdığı diğer kadın tutuklulara değgindir daha çok; özel
yaşamına değil. Geriye dönüşler sırasında tanıdığımız bu kadınlardan bazıları
(tutuklu devrimci kızlar, gardiyanlar, vs.) Sevgi Soysal’ın Yıldırım Bölge
Kadınlar Koğuşu’ndan fırlayıp gelmiş gibidirler adeta. Bütün bunlar, romandaki
birçok ayrıntının Sevgi Soysal’ın yaşamının belli bir kesitiyle bire bir
örtüşüyor olması, yazarla kahramanı, Oya ile Sevgi Soysal arasında
koşutluk/özdeşlik kurabilmemiz için yeterli görünüyor. Ancak şu da unutulmamalı; Şafak bir
özyaşamöyküsü, bir anı kitabı değildir asla. Romanda kurgusal/hayâl ürünü olma
ihtimali çok yüksek ayrıntılar da mevcuttur ki öyle olmasa bile kurguya
dönüşmüştür artık, gerçek yaşamın nerede bitip kurgunun nerede başladığını
ayırt etmeye olanak kalmamıştır. Kaldı
ki buna hakkımız da yoktur. Biraz alakasız gibi görünse de, buraya küçük bir
not düşmek isterim: İyi bir okur, asla yazarın mahrem duygularını öğrenmek,
özel yaşamına vakıf olmak için okumaz; iyi bir yazarın da mahrem duygularını
ifşa etmek, özel yaşamını sergilemek için yazmayacağı gibi.
Romanın ikinci bir ana
kahramanı daha vardır. Siyasi tutuklu olduğu hapisten o sırada yeni çıkmış (hiç
beklemediği bir zamanda ‘salıverilmiş’), eşinin ve o hapisteyken dünyaya gelen
çocuğunun yanına, Urfa’ya gitmezden önce Adana’daki akrabalarının yanına
uğramış olan, ev sahibi Ali’nin çok sevdiği yeğeni, öğretmen Mustafa. O gece
sıkıyönetime yapılan –o dönemde sıklıkla olduğu üzere, asılsız- bir ihbar
sonucunda eve bir baskın gerçekleşir; Mustafa ve onun bu akraba evinde ilk kez
karşılaştığı Oya, ev sahibi Ali dahil orada bulunan birkaç kişiyle birlikte,
yemek yedikleri sofradan kaldırılıp gözaltına alınırlar. Öykü dönüşümlü olarak Oya
ve Mustafa’nın bakış açılarından anlatılır ve yine dönüşümlü olarak zihinsel
geriye dönüşler şeklinde ilerler. Üç bölümden (Baskın, Sorgu, Şafak) oluşan
romanda, bu planın da gösterdiği gibi, olaylar, Adana’da bir sonbahar akşamında
başlayıp o gecenin sabahında sona erecek şekilde, bir gece içinde olup biter.
Romanda Oya ve Mustafa’nın, bu iki protagonistin dışında, temsiliyetler
açısından önemli işlevler yüklenen başka yan kahramanlar da vardır elbette: Ev sahibi
(Maraşlı) işçi Ali, Fethi Naci’nin ilk defa
Şafak’la edebiyatımıza girdiğini söylediği, yaygın bir solcu aydın tipi
olan, kaypak, sınıf atlama heveslisi Hüseyin, faşist damat Zekeriya, Almancı yoz
komşu Ekrem, ezikliğini kendinden zayıflara gösterdiği zorbalıkla bastırma
yoluna giden sivil polis Abdullah, polis müdürü Zekâi Bey, fabrika müdürü
emekli Albay Muzaffer Bey, varlığını daha çok kara bir gölge gibi hissettiğimiz
büyük patron Turgut Sabuncu Beyefendi, Mustafa’nın karısı Güler, -ataerkil
dünyanın kadınları olarak- Ali’nin cefakâr karısı Gülşah, Gülşah’ın kız kardeşi
yeni gelin Ziynet ve Oya’nın hapishane yaşamında tanıdığı diğer tüm kadın
karakterler. Bu kadarla da kalmaz aslında. Sevgi Soysal romanlarında az sayıda
karakterle yetinmediği gibi bu karakterleri karikatürize etme kolaycılığına da
kaçmaz. Ne romanlarını düşüncelerini iletmede kullanacağı bir araç olarak
görür, ne de karakterlerini bu fikirleri dile getirmede kullanacağı cansız
mankenler olarak. Canlı, yaşayan, gerçekliği inandırıcı, “olması gerektiği
gibi”den çok, “olduğu/olabileceği gibi” kahramanlardır bunlar. Onun,
Mustafa’nın devrimci arkadaşlarından, son bölümde karşımıza çıkacak olan
Hisseli Şen Çadır Tiyatrosu’nun mensuplarına ve nezarethanede şafağı bekleyen
diğer iki tutukluya kadar, yarattığı irili ufaklı tüm karakterler, ülkemizin
belli bir zaman dilimindeki gerçekçi bir panoramasını sererler gözlerimizin
önüne. Zengin, devinip duran, capcanlı bir dünyadır bu.
Sevgi Soysal, erken
dönem yapıtlarından olan, toplumsal kodlarca belirlenen kadınlık ve erkeklik
rollerinin, kadın ve erkeğin cinselliği keşfedişleri ve yaşayışları arasındaki
yakıcı farkların altını çizdiği Yürümek’te kullandığı bir tekniği, biri kadın
biri erkek iki ayrı protagonist üzerinden ilerleyen paralel anlatı tekniğini,
Şafak’ta da kullanmıştır. Bunun nedeni elbette gerçeği farklı boyutlarıyla, tüm
yönleriyle vermek, tek yanlı bir bakışın sakıncalarını mümkün olduğunca ortadan
kaldırmak olsa da, ben bu seçimde kadın ve erkeğin salt kadın ve erkek oluşları
bakımından nasıl farklı muamelelere maruz kaldıkları, maruz kaldıkları olayları
nasıl farklı biçimlerde yaşadıkları gerçeğini vurgulama amacının da önemli bir
rol oynadığı kanısındayım. Kadın ve toplumsal cinsiyet sorunsalı, toplumda
kadın üzerindeki katlanmış baskı, ezilen kadının buna karşı çıkacak/direnecek
yerde erkek egemen toplumun değerlerini nasıl olup da içselleştirdiği, tek
kelimeyle kadın sorunsalı, her daim en başat konularından biri olmuştur Sevgi
Soysal’ın. Bu konuda, erkenciliğiyle öncü yazarlardandır Sevgi Soysal. Şafak’ta kadın sorununu yalnızca devrimcilik bağlamı
içinde ve yalnızca Oya üzerinden ele almaz örneğin. En büyük mutluluğu “yemeği
iştahla çiğneyen erkek avurtlarını seyretmek” olan Gülşah’tan, “erkektir,
döver” diyen Firdevs’e; Mustafa’yla evlendikten sonra kadınlık rolleri içine
sıkışıp kalan Güler’den, hapishanenin copta simgeleşmiş fallosantrik dünyası içindeki
“kader kurbanı” bütün o kadın mahkûmlarla işkence görmüş devrimci kızlara
varana değin, diğer kadın karakterleri kullanarak da yapar bunu. Çünkü “gerçek,
acılığı oranında sıradan bir öyküdür” ve eklemek gerekirse, erkekliğin roman
boyunca çok güçlü bir metafora dönüşmesiyle (Seval Şahin) ve kadın devrimcilerin
sorununa, Türkiye’deki genel kadın sorununun bir parçası olarak bakıyor
olmasıyla da farklı bir romandır Şafak.
Şafak’ta, bu tarz
romanlarda mutat olduğu üzere, sarsılmaz devrimci karakterler, ideolojik
dayatmalar, idealleştirmeler, kahramanlaştırmalar, katıksız iyiler ve katıksız
kötüler yoktur. Varlığı dolaylı olarak verilse/sezdirilse de, ayrıntılı işkence
betimlemelerine de rastlayamayız. Kötüler insani denebilecek yanlarıyla, iyiler
kusurları ve zaaflarıyla anlatılır. Buna karşın, baskından gözaltı koşullarına,
sorgudan salıverilişlerine kadar, insanın yalnızca canına değil, özgürlüğüne de
kasteden o acımasızlığı, keyfiliği, zorbalığı; faşizmin iradeyi, hukuğu,
kazanılmış tüm hakları hiçe sayan insanlık dışı ürkünç nefesini roman boyunca bir
şekilde hep hissederiz. Olaylar -tarihsel boyut ve sınıfsal bağlam ihmal
edilmeksizin- psikolojik boyutlarıyla; kişiler (özellikle Oya ve Mustafa)
korkuları, kuşkuları, çelişkileri, kararsızlıkları, kısacası iç dünyalarındaki
tüm karmaşayla birlikte derinliğine verilir. Öte yandan verili olanı
sorgulayan, yetinmeyen, dogmalardan çok kuşkuyla hareket eden, olup bitene hep
eleştirel bir gözle bakan kahramanlardır bunlar. Yol boyunca gezdirdiği aynaya,
roman kişilerinin nezdinde kendisi de, korkmadan bakan bir yazardır Sevgi
Soysal. Sadece “an”ı, “bugün”ü anlatmakla yetinmez Şafak’ta; yarınlara dair
umut, kaygı, öngörü sinyalleri de verir. Ne yılgınlığa kapılır, ne de katıksız
bir inançla yazar. Yazar olarak durduğu yer, değişimi ve dönüşümü, öleni ve
doğanı görmek adına, hep bir “araf”tır.
Fethi Naci, Yüz Yılın
100 Türk Romanı adlı yapıtının Şafak’ı incelediği bölümünde, Sevgi Soysal’ın
Şafak’taki halktan kişilere - özellikle Maraşlı Ali’yle karısı Gülşah’ı
anlatırken- büyük bir saygıyla baktığından söz eder ve yorumunu şöyle sürdürür:
“Sevgi Soysal küçük burjuva aydınların(sa) gözünün yaşına bakmıyor. Onlara
karşı alabildiğine acımasız. Ve onları Ali’den, Gülşah’tan çok daha iyi
tanıdığı belli.” Evet, Sevgi Soysal küçük burjuva aydınları, mensubu
olduğu/içinden çıktığı sınıfı elbette çok daha iyi tanımaktadır ama ben burada,
bu tercihte daha iyi tanıdığı şeyleri yazmanın getirdiği avantajı görmüyorum
yalnızca, bu şekilde bakamıyorum. Başından sonuna bilinçli bir tercihtir Sevgi
Soysal’ınki. Oya ve Mustafa neredeyse roman boyunca kendilerini sorgularlar;
her ikisinin de özeleştiri mekanizmaları sürekli işler. Romanın ikinci bölümü
olan “Sorgu”yu, yalnızca polisteki –malum- dışsal sorgunun değil, eşzamanlı
olarak içsel bir sorgulamanın/hesaplaşmanın, diğer bir deyişle romanın iki ana
karakterinin kendi içlerine dönüp orada gördüklerini, devrimci hareket içindeki
konumları, hataları, korkuları, suçluluk duyguları, konformist yanları vb. açısından
durmaksızın deşip eleştirmelerinin imi olarak da görmek pekâlâ mümkündür. Sorunları
göz ardı etmeyen bir sorumlulukla, “güzellik
gölgesizdir, sığınamazsın” der Oya
kendi kendine ve kendini kandırmanın eşiğine her geldikte, tutar çeker kendini
geriye. Geçmişin eleştirisini yapmaksızın, kendi kendinin bunca zalimi
olmaksızın geleceğin sorumluluğunu yüklenmek mümkün değildir çünkü. Biz biraz
da bu yüzden, yalnızca küçük burjuva kökenlerinin, sınıfsal zaaflarının ya da
küçük burjuva kimlikleriyle devrimci kimlikleri arasındaki çatışmanın
yansımalarını değil; bireyliğinden vaz geçemeyen, özgürlüğünden taviz
veremeyen, kendi kararlarını kendi alma iradesini askıya alamayan bir
bireyliğin sancılarını da buluruz Şafak’ta. Ve tabii, şaşmaz bir pusula gibi
hep özgürlüğü ve bireye saygıyı seçmiş, “insanın en baskıcı koşullar altında
bile kendisine saygısını, insani değerlerini ve psikolojik özerkliğini nasıl
koruyabileceğinin bir el kılavuzunu yazmış” (Deniz Kondiyati) bir Sevgi
Soysal’ı.
Oya “sabahları sever.
Her türlü başlangıcı. Ama artık başlangıcın tek başına iyi ve güzel olmadığını
biliyor. Bağlantıları iyi kurulmamış, seçilmemiş, bilinçsiz başlangıçların.
Şimdi, bir anlamda bir başlangıç noktasında olduğu halde sevinememesi bundan.”
Ve sürdürür Oya, iç konuşmasını: “Nereye ait peki Oya? Çıkarcı olmamaya çalışan
namuslu bir aydın olmaktan öte. Bunun bedelini ödemiş olmaktan öte. Korktuğu
gibi olmamaya çalışmak yeterli değil. Bundan sonrası için hiç, ama hiç yeterli
değil. (…) Özgürlük düşündürücü şu an.” Uzun gecenin ardından, şafakla birlikte
salıverildiklerinde, Oya “sorumluluğa evet”
dese de, “örgütlü bir hareket içindeki bir ‘bağımlılık halkası’na katılmayı
başarabileceğinden emin değildir” hâlâ
(ya da artık). Mustafa da ondan farklı sayılmaz ama onun düşüncesi daha çok,
sınavı başarıyla veremediği yönündedir. Öyle bir şafaktır ki bu, “ne özgürlük
ne de kurtuluş getiriyor”dur. Oya olsun, Mustafa olsun, bu tek gecelik, uykusuz
tutukluluğun şafağında aslında bir bakıma kendi şafaklarına uyanmışlardır. Güneş
doğmuş, şafak çözülmüştür ama hâlâ çözülmeyi bekleyen yığınla düğüm vardır
roman kişilerinin önünde. Yeni
başlangıçlara, arayışlara, buluşlara, yeni alaşım ve oluşumlara açık bir sondur
bu; atkı ve çözgüleri durmaksızın atılıp çözülen, çözülüp atılan, kendini her
an yeniden yaratan bir dokunun durmaksızın atan nabzını duyar gibi olursunuz bu
sonda. Tıpkı gerçek yaşam gibi, ülkenin içinde bulunduğu yol ayrımı gibi. Açık
uçlu bir romandır Şafak. Yaşam da öyle değil midir?