NÂMÜTENAHİ GELİNCİK*
Akan Zaman…
Zamanın tik-takları ve sararıp düşen yaprakları bize durmadan gelip geçiciliğimizi, Hz. Süleyman’ın yüzüğünde kazılı olduğu söylenen o ünlü cümleyi hatırlatıyor: “Her şey gelip geçicidir”. Biliriz ki onca şayianın kökeninde bir hakikat payı mutlaka vardır ve nerde bir mıh çakılıysa bireysel/toplumsal belleklerimize, zaman eteklerini savura savura, topuklarını ve mührünü vura vura geçmiştir oradan.
Neler söylenmemiş ki
“zaman” için! Kavramsal tanımları bir yana bırakırsak, en çok da şairler dert
edinmişe benziyor “zaman”ı; “zaman”la ilintili imgeler en çok onların sınırsız imgelemlerinde,
“tahayyül” ufuklarında hayat buluyor. Belki de en çok onlar istediği içindir
ölümsüzlüğü! Sanatın bir anlamı/işlevi de zamanın o durdurulmaz akışına,
dolayısıyla ölüme karşı durmak değil mi? “İz bırakmak”, ölümsüzlüğe kapı
aralamak, sanatın doğasındaki en temel itki belki de. Salvador Dali’nin “Eriyen
Saatler” olarak da bilinen “Belleğin Israrı” adlı yapıtında zamanı eğip bükmeyi
başarmasındaki, Tarkovski’nin “Ayna/Zerkalo”da çocukluğunu ebedi bir yolculuğa
çıkarmasındaki itki gibi.
-Birtakım mistik tecrübeleri, iddiaları dışarda tutarsak eğer-, zamanın dışına çıkmak elbette mümkün değil; mümkün olmadığı gibi, sanatçının kalıcı olabilmesi, kalıcı eserler yaratması, zamandan/zamanından el almasına bağlı değil mi biraz da ( hattâ çokça)? Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman’ında, “Semender ateşte nasıl evindeyse, zaman da insanın ruhuna öyle yerleşmiştir, ona can veren öğedir,” der. Stanley Kunitz’e göre “sanat, içini aşkınlığın şarabıyla doldurduğumuz kadehtir. Hayâl gücü, hem sonsuzluğa, hem de bugüne ait olma arzumuzun yansımasından başka nedir ki?” Kierkegaard, “her an sonsuz olanın içine atlamak ve her anda kaçınılmaz olarak sonlu olana düşmek” diyordu bu kaçınılmaz seremoniye.
Dünyayı daha çok
sezgileriyle kavrayan şair için, zaman her şeyden önce bir imgedir. İçinde/n
zaman geçen (ah, var mı geçmeyen!) iki dize sorulsa aklıma Nazım Hikmet’in “içimde
mis kokulu/ kızıl bir gül gibi duruyor zaman”ıyla, Sabahattin Kudret Aksal’ın
“ve iri bir gül gibi koktu zaman”ının gelivermesindeki hikmet ne ola ki? Ve
ardından bir yırtılış! Ahmet Telli’nin, aynı minval üzre “ve yırtılmış bir tül
gibi/ savrulup duruyor zaman”ı. Ama galiba en çok, Tanpınar’ın “zaman”ı: “Ne
içindeyim zamanın,/ Ne de büsbütün dışında;/ Yekpare, geniş bir anın/
Parçalanmaz akışında”.
“Ey geçen ân, dur, öyle
güzelsin ki!” der Goethe’nin Faust’u. Hiçbir zaman zaferle sonuçlanmayacak, ancak yaşamın sona ermesiyle, yani ölümle sonuçlanabilecek amansız
bir mücadeledir bu. Bir sınav! Zaman durmaz; dursa ân olmaz, zaman olmaz. Başı
gökteyse, ayakları da bir o kadar yerdedir insanoğlunun. Sonsuzluk dediğimiz o
baştan çıkarıcı imge, bir “son” düşüncesiyle birlikte var olabilir ancak.
“Sonsuzluk, zamanın dışındadır.”
Tam burada kulak
vermemiz gereken söz, yine bir şaire, Baudelaire’e ait. “Sarhoş olma vaktidir!”
diyor Baudelaire ve devam ediyor: “Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak
için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl
isterseniz.” Pessoa ise şu sözlerle meydan okur o zoraki köleliğe: “Her birimizin
kendine özgü bir içkisi var. Kendi payıma var olma olgusunda kendime yetecek
kadar alkol buluyorum. (…) Ve bütün bunların arkasında gizlice yıldızlarla
donandığım, içinde kendi sonsuzluğuma sahip olduğum, bana ait bir gökyüzü var.”
Dağlarca’ya “ölüm yok ki!”,
Yannis Ritsos’a “şiire, aşka, ölüme
inanıyorum/ işte bu yüzden inanıyorum ölümsüzlüğe” dedirten duygu, bu olsa
gerek!
Şairin Yaşı: Genç Kalmak mı,
Geç Kalmak mı?
Zaman geçiyor ve sonsuzluğun
çayırlarında at koşturan şair de yaşlanıyor. Düşünce (ve şiir) her ne kadar
sonsuzluğu sevse de, dünya Bing Bang’ten beri başlangıçlar ve finaller üzerine
kurulu. Sadede gelelim ve soralım: Peki şiirin bir zamanı, şiire başlamanın bir
yaşı, bir alt ve üst sınırı var mıdır? Şiir belli bir yaşta başlanılması ve yine
belli bir yaşta da bırakılması/ jübilesi yapılması gereken bir şey midir? Şiir
dediğin bir genç/lik işi midir? (Yoksa gençlik iksiri mi?) Peki ya şiir, şiirin
bir yaşı var mıdır? Bir miadı?
Bu soruların hiçbirinin tek
ve sarsılmaz bir yanıtı yok. Şiiri gençlikle ilintilendirmek ne ölçüde
doğruysa, olgun yaşlarda yazılan dizelerin değerini savunmak da o oranda doğru.
Ya da, şiirin zamansızlığı/eskimezliği (iyi şiir yaşlanmaz!) kadar, eskiyip
okurdaki karşılığını yitirmesi de. (Bazen iyi şiirler de eskir/antikleşir). Öte
yandan, gençliği takvim yaşıyla ölçmek -ya da- şiir için yeter sebep görmek ne
kadar yanlışsa, gençliğin şiirin gereksindiği ve gerektirdiği enerjiyi
bünyesinde taşıyan, hayatla ve varoluşla ilgili ilk soruların sorulup bu
sorulara yanıtlar aranan çok özel bir dönem olduğu gerçeğini inkâr etmek de o
kadar yanlış olur. Şiirle biraz ilgisi olan herkes bilir ki, çok genç yaşlarda
zirveye ulaşıp bir daha aynı çizgiyi tutturamayan şairler de vardır, en iyi
yapıtlarını ileri yaşlarında üretmeyi başarmış olanlar da.
Bizde bu konuda en çok
atıfta bulunulan, hattâ pek sevilen cümle öbeklerinden biri Cemal Süreya’ya
ait. Çocuklar için yazdığı (hangi çocuk kitabı yalnızca çocuklar için
yazılmıştır ki!) Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi’de şöyle der Cemal Süreya: “Elli
yaşından sonra şair olunamıyor. On yaşında da şair olunamıyor. Şiir için en
elverişli yaşlar 16-25 yaşlarıdır. Daha öncesi çok erken, sonrası biraz geçtir.
Kırk yaştan sonra ise şiir için yalnız geç kalınmış değil, ölünmüştür.” Bu
sözler insana ilk bakışta acımasızca görünse de, Cemal Süreya’nın amacı gençliği
kutsamak, şiire başlama yaşına dair keyfi sınırlar çizmek, tâbiri câizse,
şiirin kapısında değnekçilik yapmak falan değildir elbette. Görmüş geçirmiş şair
amcanın çocuklara/gençlere verdiği, tecrübelerden damıtılmış bir öğüttür bu.
Şair kumaşının yaşamın daha o ilk metrelerinde belli oluşu, şiirin birtakım
alışkanlıkları -ve bazı alış(ıl)mamışlıkları!- gerektirdiğidir sözünü ettiği. Çünkü
göz ve ruh, keskinliğini çabuk yitirir.
Beri yandan, İsmet Özel’e
ait, “bir kişi 29 yaşına kadar şair olarak adını duyurduysa o kişi şairdir, 29
yaşından sonra ünlü şair olunmaz” sözleri de, bu meyanda anılabilir. (Burada
yalnızca şair olmaktan değil, “ünlü şair!” olmaktan söz ediliyor dikkat
ederseniz.)
Şiir kimsenin tekelinde
değil ve her şeyden önce bir ruh ve yetenek işi elbette ama onu bir boş zaman
uğraşı, bir emeklilik meşgalesi, şiiri mısra dizmekten ibaret gören birinin
şiirsiz bir ömrün ucuna ekleyeceği bir sosyalleşme imkânı olarak görmek de mümkün
değil. Nedense başka sanat dalları ve uzmanlık alanları için gereken ön
hazırlık, birikim ve alt yapı şiir söz konusu oldu mu es geçilir, bir kalemi
(ya da klavyesi) ve duyguları olan herkesin şiir yazabileceği, dahası şair
olabileceği varsayılır. Elbette istisnalar olacaktır, yaşam herkes için aynı
biçimde işleyen/ilerleyen düz bir çizgi değildir, her yaşam kendi özgünlüğü
içinde yol alır ve kırılmalar her zaman olasıdır.
Şiirin çokluk bir duygu işi
olarak görülmesi, “heyecan” gerektirmesi, şairlerin coşkularıyla yaşayan
kişiler olduğu gerçeği, şiirin öznellikle, güçlü bir libidoyla (ego ego dedikleri!) ve dolayısıyla gençlikle
özdeşleştirilmesinde etkili olmuş olabilir. O muhteşem Rimbaud örneği bile, pekâlâ da
beslemiş olabilir bu yargıyı. Diğer sanat dalları ya da edebiyat türleri için
bu tür sözler duymayız pek. Geç kalmak şiire özgüdür. “Erken ün” de! Haydar
Ergülen, “Roman yazarları en önemli eserlerini daha çok ileri yaşlarda
verebilirler. Şairler daha genç yaşlarda kendi şaheserlerini yaratabiliyorlar”
sözleriyle somutlar bu bilindik gerçeği. (Her seferinde istisnalardan söz
etmenin gereği yok, değil mi?) Ve zaten dehâ dedikleri de, pek öyle her mevsim
çiçek açan gümrah bir ağaç sayılmaz.
Ingeborg Bachmann, “Yazarın
gerçek sermayesi gençlik yıllarıdır, ama yazar başlangıçta bilmez bunu. (…)
İnsan ancak geç yıllarında ilk bakışla, o bir daha hiç armağan edilmeyen ya da
pek ender armağan edilen bakışla görmüş olduklarını anlamaya başlar” der bir
söyleşisinde. Bachmann’ın -şiiri iyi anlayıp duyumsamış bir şair/yazar olarak-
sarf ettiği şu sözlere ise, şiirin neliğine dair bir ima gözüyle bakmak belki
daha doğru olacaktır: “Gerçek bir şiir yazabilmek için uzun yıllara dayanan
deneyimler, gözlem yapma yeteneği gerekli değildir. Şiir yazma konumu, yalnızca
dilin bir rol oynadığı son derece arı bir konumdur. Şiirin itici gücü,
sözcüksel gösterilerdir.” Yine de, uzun yıllar şiirden niçin uzak durduğu
konusunda -Goethe’ye atıfla- gelişigüzel yazılmış, gerçekliğe dayanmayan şiire
değer vermediğini özellikle vurgulayarak, şöyle söyler: “Bu nedenle yıllar boyu
şiir yazmadım; şiir yazamadığım için; ya da yazabilirdim, ama yazmak istemedim,
çünkü elimde kendi geliştirdiğim, kullanabileceğim tekniklerin dışında hiçbir
şey yoktu, yazsaydım, öylesine yazmış olacaktım.” Bu eşsiz entelektüel dürüstlük
karşısında şapka çıkarmadan, hele de birtakım kıyaslamalar yapmadan edemiyor
insan.
İki büyük şair, Rilke ve Max
Jacob ise, genç şaire sabrı ve beklemeyi önerirler. Max Jacob, gençlik
yapıtlarını öve öve bitiremeyenlerden yana olmadığını, gençlik yaratılarını
çiçeği burnunda pişmanlıklar olarak gördüğünü belirttikten sonra şöyle devam
eder: “Bu beklemek üzerine bana diyorlar
ki: ‘Peki ama, siz, kendine özgü rengi olan bir çağda yaşıyorsunuz, bir başkası
sizden önce davranabilir.’ Oysa ben, tam da bu akımın, yani çağımızın bu
renginin kötü olduğunu ileri sürüyorum. Sizin içinizde iyi olan şey, ölümsüz
olandır. Onu söylemeye ise her zaman vaktiniz olabilir. Cervantés, Don Kişot’u
60 yaşında yazdı. Jean-Jacques Rousseau ise kırk yaşından önce kalemi eline
almadı. Yazmadan önce kendinizi yetiştirmeye bakın.”
Rilke’nin Genç Bir Şaire
Mektuplar’ını okuyan hiç kimse onun “sabır” konusundaki tavsiyelerinin
yabancısı değildir. Şu enfes satırlarsa Rilke’nin “Malte Laurids Brigge’nin
Notları”ndan çekilip alındı: “Ah,
gençken yazılan mısraların değeri zaten nedir ki? Beklenmeli ve bütün bir ömür
boyunca anlam ve lezzet toplanmalıydı ve sonra, en sonunda belki iyi on mısra
yazılabilirdi. Çünkü mısralar sanıldığı gibi, duyguların değil (duygu erkenden
vardır birçok kişide), yaşamış olmanın verimidir. Bir mısra yazabilmek için
insan, birçok şehir görmeli, insanları, nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı,
kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları açarken nasıl titreştiğini
bilmeli.” (Bu kadarla da kalmaz, içinden Rilke şiirinin fışkırdığı o velûd ve gölgeli
iklimi duyumsatan, upuzun ve okunası bir devamı da vardır bu cümlelerin.)
Güncelerindeki/denemelerindeki
dil, sanki dün yazılmış gibi (bugün yazılan/yazılmakta olan pek çok yazıdan
belki daha da!) taptaze duran Nurullah Ataç da oldukça dertlidir anlaşılan, şu,
“ille de genç’lik!” diyenler konusunda. Bir yazısında tatlı tatlı çıkışır böyle
düşünenlere: “Şimdi yaşlandığım için değil, eskiden de böyle idi. ‘Genç’ sözüne
pek tutuluyorum. ‘Genç mühendislerimizden, genç şairlerimizden, genç
doktorlarımızdan…’ Pazarda hayvan satar gibi, sanki ölmesi için daha bir sebep
olmadığını, satın alınırsa daha yıllarca işe yarayabileceğini söyler gibi bir
şey… Mühendis, şair, doktor gençmiş, bana ne? İşi, bilgisi nasıl, ona bir
bakalım. İnsanların ikide bir yaşını ileri sürmek ayıp şeydir.” Eh, bu da işin
bir başka yönü tabii.
“Şair olmak için yaşlanmak
gerek diye düşündüm” diye yazar günlüğüne Melih Cevdet Anday. “Yetenek onay beklemez,
ozanların yaşı birdir” diyen de o.
Anday, ulaşılabilecek en üst mertebe olarak bir “fenafillah”
mertebesinden söz eder ki bu durum, ozanın ‘ben’ olmaktan çıkıp, acemiliğin
bilincine vardığı bir olgunluk hâlidir ve yaşlı ozanın yaşını yok eder. Turgut
Uyar’a göreyse “İnsan hormonal etkilerle şiir yazıyorsa o, otuzunda biter.”
Genç olunacak, ama, yalnızca genç olmaklık da yetmiyor demek ki. Dünyayı,
yaşamı, var oluşu anlamak ve kavramak konusunda dışından çok içine doğru bir
ısrar belki. “Kendine ait bir gökyüzü”! Yoksa söyleyin bana, yaşamının belli
bir döneminde şiirle uğraşmamış, okul defterlerinin kıyısına köşesine birkaç
dize olsun çırpıştırmamış kaç kişi vardır? Aziz Nesin’in bir yerlerden bize göz
kırptığını görür gibi olmadınız mı? Öyle olmasaydı bir ergen uğraşı olarak
kalırdı şiir ve bir hikmet burcundan söz etmek asla mümkün olmazdı.
Hikmet Burcu deyip de,
Necatigil’i anmadan olur mu? O değil miydi, “çünkü asıl şiirler bekler bazı
yaşları” diyen? Ne şiirin acemiliğin deneyimle alt edildiği zanaat türleriyle,
ne de şairin her derde deva nasihatnameler yazmakla uzaktan yakından bir ilgisi
bulunmasa da, birçok usta şair gibi onun da vardır elbette gençlere öğütleri.
Önemli olan kendi ben’imizi bulmaktır der Necatigil ve genç sanatçıyı, kendi toprağını bulmakta gecikmemesi
konusunda uyarır. Bile/Yazdı’sındaki şu satırlarsa, Necatigilce bir ışık tutar
gibidir konumuza: “Bazı besinler insanı tok, bazı şiirler insanı genç tutar ve
ikisi hemen hemen aynı kapıya çıkar: Önlenir oburluklar, erken kocamalar.”
Son olarak, önemli bir
noktayı hatırlatmakta yarar var. Şair için, sanatçı için, birikimin, deneyim ve
yaşantı zenginliğinin önemini tartışmaya bile gerek yok. Ancak, içgörü ve
yetenekle, en önemlisi de düş gücünün zenginliğiyle buluşmayan bir deneyim
zenginliği, tek başına hiçbir şey ifade etmez. Öyle olmasaydı, sanatçının
yeterliliği ömrünün uzunluğunca artıyor olur, en iyi yazarlar gezginler ve
maceraperestler arasından çıkardı. Sanat söz konusu oldu mu, bakışın önemi öne
çıkar ve sanat, iğne deliğinden dünyayı görmek değil midir, biraz da!
Ars Longa, Vita Brevis/
Sanat Uzundur, Hayat Kısa
Filmlerinde sıklıkla
insanlar arasındaki iletişimsizlik konusunu işleyen, İtalyan
yeni-gerçekçilik akımının önde gelen temsilcilerinden İtalyan
sinema devi Michelangelo Antonioni’nin, yaşamının sonlarına doğru çektiği kısa
metrajlı bir film vardır. Yaklaşık on yedi-on sekiz dakika kadar süren filmin
tek oyuncusu yaşlı Antonioni’nin kendisi, çekildiği mekân ise, Roma’daki San
Pietro in Vincoli kilisesidir. Bir veda filmi bile denebilir bu film için. Ruhu
ve bedeni, hızın aldatıcılığını öğrenecek denli yaşlanmıştır artık auteur
sinemacının. Tek bir diyaloğun bile yer almadığı, ayak sesi, çarpılan uzak bir
kapı sesi benzeri küçük yankımsı seslerin dışında tümüyle sessizliğin egemen
olduğu, Antonioni’nin kilisenin kapısından girip, adaşı Michelangelo
Buonarotti’nin dev boyutlardaki Musa heykeline doğru ağır adımlarla yürümesiyle
başlayan, aynı yolu bu kez gerisin geri yürüyüp, mavi bir ışığın süzüldüğü açık
kapıdan çıkıp gitmesiyle sona eren, ana tema olarak heykelin önünde geçirdiği
-etkileyiciliği yakın plan çekimlerle sağlanmış- uzun dakikalar üzerine kurulu
bir filmdir Eye to Eye/ Göz Göze.
Michelangelo Antonioni çıkar
gider ama, adaşı Michelangelo Buonarotti’nin heykeli, yüzyıllar boyunca nasıl
direnmişse zamana, yine öyle, kaidesinin üzerinde hiç kıpırdamaksızın durmayı,
zamana meydan okumayı sürdürmektedir. Tıpkı Antonioni’nin, her biri bir başyapıt
olan unutulmaz filmleri gibi.
“Ne kaldı ne kaldı bizden
geriye?” diye soruyordu “Bir Soru” adlı şiirinde Onat Kutlar. Onun canına mal
olan karanlık günlerle büyük benzerlikler taşıyan içinde yaşadığımız şu
günlerde, biz de sorabiliriz belki: “Ne kalacak, ne kalacak bizden geriye?”
Tarih boyunca pek çok kez heykellerin kırılıp parçalandığını, kitapların,
filmlerin, dahası insanların yakıldığını, şairlerin tutsak edilip öldürüldüğünü
görmüş bir uygarlığın bireyleri olarak, insanın en soylu uğraşlarından biri
olan sanatın tek korkulu rüyasının bizzat insanın kendi yıkıcılığı değil,
yalnızca ve yalnızca “zaman” olmasını umalım.
Perihan Baykal, Ocak
2016
***
*"Nâmütenahi gelincik", Oktay Rifat'ın Garip dönemi'ne ait ilk şiirlerinden Manzara'da geçer. Ancak, "sonsuz, bitimsiz, uçsuz bucaksız" gibi anlamlara gelen "nâmütenahi" sözcüğünü sonrasında "alabildiğine" ile değiştirmiştir.
Birdenbire başlayan gökyüzü (Oktay Rifat, Bütün Şiirleri I, YKY 2007, 1.Baskı)